Yeni yıla yeni kitapla girecektim.
Olmadı.
Kitabım basılmayacak.
“Bu kitap yalnız seni değil, bizi de hapse atar” dediler.
İlk kez başıma geliyor.
Yaşarken ölmek gibi bir duygu…
Sanki dünyam parçalandı.
Abartıyor olabilirim ama öyle.
Yazıdan koptuğum, yazı yazmadığım zamanlardaki o kaybolmuşluk -ya da unutulmuşluk- hali yine içimde kımıldadı.
Yazmak beni ayakta tutuyor.
Özgürleştiriyor.
İnandığım değerleri savunurken, kavga ederken dinç kalıyorum, ihtiyarlamıyorum -ya da öyle hissediyorum.
Peki ama yazıdan kopsam, siyaset yazılarını kessem n’olacak ki?
Çok mu fark edilecek?
Kimin umurunda…
Özgürlük alanları teker teker kapatılıyor.
Gazeteler, televizyonlar derken sıra, anlaşılan, yayınevlerine geldi, radyolara geliyor.
Dağıtım ağları yok edilirken, ağır tazminat ve hapis cezalarıyla yayıncılar sindiriliyor, korkutuluyor.
Duydum ki Baskın Oran‘ın, Aslı Erdoğan‘ın, Nedim Gürsel‘in kitapları da basılmamış…
Bakalım, 1930’lar Almanyası‘ndaki gibi meydanlarda çığlık çığlığa kitapların yakılmasına kadar gelecek mi sıra?..
Evet, yeni yıla kötü girdim.
6 Aralık 2018 günü aklımda.
Avukatım Fikret İlkiz‘le Çağlayan Adliyesi’ne gittik.
T24‘te, 24 Haziran seçimleri sonrasında çıkan Dikta, Diktatör başlıklı yazımdan dolayı soruşturma açılmış.
Suç duyurusu Saray‘dan gelmiş.
Savcı, “Diktatör derken Erdoğan’ı mı kastettiniz?” diye sordu, göz göze geldik, “Yazıda neyse o” demekle yetindim.
Genç bir savcıydı. Ne kadar dikkat etse, duygularını belli ediyordu. Beni “Fetö’yle iltisaklı” kıldı.
İfademi kısa tuttum:
Bu yazı, ifade özgürlüğümü kullanmaktır.
Bu yazı ifade özgürlüğümü savunmaktır.
Bu yazı, eğer bir ülkede suç unsuru haline getiriliyorsa, o ülkede ifade özgürlüğü yok demektir.
O ülkede hukukun üstünlüğü yok demektir.
Ve, o ülkede demokrasi yok demektir.
Ben bu yazımı bugün de özgürlük ve hukuk adına savunuyorum.
Şimdi bu konuda bir karar vermek durumunda olan sizsiniz Sayın Savcı.
Siz ne diyorsunuz?
İfadem bundan ibaret, teşekkür ederim.
Savcı Bey’in havasından, söylediklerinden anlaşılan o ki, Cumhurbaşkanı’na hakaretten ve “FETÖ’cülük”ten yargılanacağım.
Savcının odasından daha çıkar çıkmaz cep telefonum çaldı:
Akit’in manşetindesin!
Hem de ne manşet!
Fetöcülük… Düşmanla iş birlikçilik…Teröristlik… Kirli paralar, satılık kalemlik…
Yok yok, yalanın, iftiranın, alçaklığın dipsiz kuyusu… Aşağıdaki tweet’i attım.
Akit’e: Hakkımdaki alçakça iftira ve korkunç yalanların hesabını yargıda vereceksiniz. Firari değilim, Çağlayan’dan, savcıya verdiğim bir ifadeden şimdi çıktım. Yazılarıma bir ay ara verdiğimi de dün Twitter’dan duyurmuştum. Özgürlük ve hukuk mücadelemde beni korkutamazsınız!
Basılmayan kitabımın adı Hüzün‘dü. İki kızıma, Defne’yle Elif’e ithaf etmiştim. Şöyle başlıyordu:
İstanbul, 18 Ocak 2018
Öyle bir yaşa geldim ki, hatırlamak kolay değil, acı veriyor çünkü.
İçim sık sık hüzünle doluyor.
Eskiden daha seyrek olurdu.
Acaba zamanı geriye doğru akıtabilsem, hüzünden kurtulabilir miyim?
74 yıllık bir ömür beni getirip bu hüzün durağına bıraktı.
Hüsran da olabilir bu durağın adı.
Bazen kendimden kaçmak istiyorum ama olmuyor.
Yoksa hayat boyu akıntıya karşı mı kürek çektim?
Bilemiyorum.
Farkındayım.
Melankoli gölüm gitgide derinleşiyor.
“Işıklar ölüyor, yalnızım!”
Hitler’den kaçarak sürgünde yaşamayı seçen bir Alman romancı 1930’larda böyle demiş.
Benim memleketimde iyi zamanlar bitti, kötü zamanlar başladı.
Belki hiç iyi zamanlarda yaşamadık.
Bugün de hayatın bizden yana olmayan zamanlarından geçiyoruz.
İnsanı kör edici bir karanlık içindeyiz sanki.
Hayat ne kadar şaşırtıcı, ne kadar çabuk geçiyor.
Hayat bir düştür, diye fısıldadı.
Acaba böyle bir cümleyi ne zaman duymuş ya da okumuştu? Ve neden aklına düşmüştü?
(Giorgio Bassani, Kuru Otların Kokusu, YKY)
Basılmayan bir kitabın hüznünü yaşıyorum. Abartıyor olabilirim.
Hapisteki dostlar aklıma takılıyor.
Kaç zamandır demir parmaklık arkasında yatan gazetecileri, yazarları, siyasetçileri düşünüyorum.
Avrupa’da, Hitler’le Stalin arasında o korkunç cehennemi yaşayan, kitapları basılmayan, kitapları yakılan, hapislere atılan, gaz odalarına gönderilen, yıllarını memleketlerinden uzak sürgünde yaşayan, hatta çareyi intiharda bulanların hikayeleri gözümün önünden geçiyor.
Böylesine acıları bizler yaşamadık.
Ama yine de acılar mukayese etmek ne kadar doğru, bilemiyorum.
Yeni yıla kalbim kırık giriyorum.
Yazıdan kopmak mı?..
Kendi kendime ihanet gibi geliyor.
Daha yazacak hikayelerim var.
21 Aralık günü bir grup yazar çizer Edirne’ye gittik, Selahattin Demirtaş‘la dayanışma için.
Polis cezaevine yaklaştırmadı.
Mesajlarımızı okumak için bir kahvenin bahçesini uygun gördü. Fotoğraflar çekilirken, kahve çalışanları uyardı:
Aman abiler, kahvenin adı görülmesin fotoğraflarda, patron çok kızar!
Korku her yerde!
Herkes siniyor.
The Economist dergisinde, Reuters Enstitüsü’nün Türkiye’yle ilgili bir kamuoyu araştırması var:
Türklerin yüzde 65’i siyasal görüşlerini, başları belaya girebilir korkusuyla internette bile açıklamaktan korkuyor.
Yeni yıla yeni davayla başladım. 3 Ocak günü Çağlayan Adliyesi’nden çıkarken bir tweet attım:
YARGILANDIM!
4 Aralık 2015 tarihli T24’te çıkan “Silvan’dan: Bizi acılara ve ölümlere o kadar alıştırdılar ki” başlıklı yazımdan bu sabah 36. Ağır Ceza’da yargılandım; avukatım Fikret İlkiz derhal beraatimi istedi; duruşma 16 Nisan’a bırakıldı.
Kısa savunmamda dedim ki:
Kürt sorunuyla ilgili olarak bugüne kadar dört kitap binlerce yazı yazdım. Hep barışı savundum.
Bu yazı da öyledir, acıları ve ölümleri kınayan bir yazıdır. Bu yazı da ifade özgürlüğü ve gazetecilik faaliyeti içinde yer alan bir yazıdır, suç değildir.
Bir aylık bir aradan sonra 2019’un bu ilk yazısını Selahattin Demirtaş‘ın hapisten attığı şu tweetle noktalıyorum:
Ne demişti Bertolt Brecht?
“Mücadele eden yenilgiye uğrayabilir, ancak mücadele etmeyen, zaten yenilmiştir.”
O halde ben de diyorum ki yılmak yok, direnmeye devam.
Yazı: Hasan Cemal, T24