Geçen hafta yayınlanan “Bir Devlet Nasıl Batar?” başlıklı yazımda, İttihat ve Terakki faşizminin Osmanlı İmparatorluğu’nu nasıl batırdığının kısa bir hikâyesini anlatıyordum…
Ardından Mütareke Dönemi gelir.
30 Ekim 1918 Mondros Mütarekesi ile başlayıp 11 Ekim 1922’ de Mudanya Mütarekesi ile sona eren döneme Mütareke Dönemi diyoruz.
Ama basının çilesi hiç bitmez, o dönemde de bitmez. Bugün de bitmez. Mütareke Dönemini gelecek haftadan itibaren yeniden kalemin vizörüne alacağız.
Ama bu hafta bugünün basınının çilesinin de aynen devam ettiğini göstermek için Silivri’ye hızlıca dönelim ve 2016 yılbaşı notlarımı birlikte bir okuyalım istedim.
***
27 ARALIK 2016 – PAZAR
Hapishanede yaşam devam ediyor ama sanki zaman kış uykusuna yatıp yavaşladı.
Sabrın sıradanlaştırdığı günler sınırlı bir biçimde soluk alıp vermeye dönünce tüm dikkat, ya yaşanmış olanın biriktiği kışlık ambarlardan damla damla kendini emzirmeye başlıyor ya da sınırlı olan mevcut içinde nisbî bir farklılığa yoğunlaşıyor.
Bazen de gelecek olan meçhulü çok daha geniş bir koordinat ekseninde tahayyüle yöneliyor.
***
27 Aralık sabahı kapılar açıldığında avluya çıktım. Diğer günlerden farkı daha fazla karanlık olmasıydı. Geçenlerde bir kış sabahı aniden karşıma çıkıp beni şaşırtan mehtap gene orada mı diye baktım. Ama bu kez yoktu, göremedim.
Sabah kahvaltısı ertesinde, kendi meşrebime dönük bir beslenme çabası içinde sabah sükûnetini televizyona bakarak değerlendirmeye giriştim.
Aslında hafta içi sabahları izlediğim televizyon haritası belli iken, hafta sonu menümü biraz daha zenginleştirmek istememe rağmen o da nihayetinde hafta sonu rutinine dönüşüyor.
***
Kış güneşi dünyayı kendince aydınlatıyor, ısıtıyor ama bizim hapishane avlusunda durum başka… O ışıktan bizim payımıza çok az düşüyor.
Buna benzer sabahlarda güneş ışıkları benim hücre kapısından avluya çıkarken sol yanıma denk gelen yüksek duvarın sadece üst kısmından bir bölümü aydınlatıyor.
Buna rağmen kış güneşinin solgun parıltısı bana her seferinde şaşmaz bir şekilde bahar müjdecisi gibi geliyor.
Bahar olmadığını ve baharın gelmediğini bildiğim hâlde her defasında biraz daha cıvıltılı gibi görünen güneş ışıklarının bana yanlış bir mesaj olarak yansıyan bu garipliğinin, hayattan ve ışıktan uzak küçük avluda biriken özlemlerden kaynaklandığını düşündüm.
***
Sabahın soluk aydınlığı üzerinden kanatlanan ruh hâlim sadece mevsimlerle ilgili değil.
Diyanet’in duvardaki takvim yapraklarından bugünkünün üstünde yazan bilgiler üzerinden; eskiye çok farklı bakan bir teleskopa dönüştüm.
Bilindiği gibi, 27 Aralık Atatürk’ün “Ankara’ya gelişi, ayrıca Mehmet Akif Ersoy’un ölüm yıl dönümü. 1936’da ölmüş.
Ama benim geçmişime, hayata, sosyal çevreye, aile kimliğine farklı bir dürbünle bakmama neden olan asıl tarih ise üçüncü sırada yer alan 1939’daki tarihimizin en korkunç depremlerinden biri olan Erzincan Depremi oldu.
***
Babaannem 1939 Erzincan Depremini yaşamıştı. Babası, benim büyük dedem Topçu Hasan Paşa o zaman Erzincan’da görevdeymiş.
Çocukluk vurdumduymazlığı içinde yarım kulak dinlediğimi şimdi içimde fazlasıyla hissettiğim bu trajediden adeta “yalın ayak” canlarını kurtardıkları yönünde bir iz var hafızamda.
İnsanoğlunun sırrına vâkıf olmadan yaşananlara böyle uzaktan ve üstün körü bakmasının sebebi nedir acaba?
Çocukluğun ben merkezli doğal bencilliği mi, henüz yaşama nüfuz etmemiş olmasının kaçınılmaz bir sonucu mu?
***
Sanıyorum ki aile ilişkilerindeki “anneanne, babaanne” ya da “teyze, hala, enişte” sıfatları bizim yakınlarımıza, akrabalarımıza daha dikkatli bakmamızı engelliyor.
İnsan portreleri olarak onları nasıl tanımlayacağımızı pek düşünmüyoruz.
Hattâ kendilerine bir kere bile olsun daha dikkatli ve derinlemesine bakmıyoruz.
Belki de biz yakınlarımıza, çekirdek ailenin o akrabalara koyduğu “teşhis” üzerinden bakıyoruz, bu kireçlenen portre, daha sonraları yeniden bir değerlendirmeye de pek uğramıyor.
Çekirdek ailede babaanne veya anneanne, yahut “hala ve dayı” nasıl konuşuluyor ya da tanımlanıyorsa, tüm yaşam boyu biz de onları öyle tanıyoruz.
***
Şimdi bu sabah, 77 yıl önceki o korkunç Erzincan Depremi üzerinden “babaanneme” bu sıfatından biraz daha uzaklaşarak “bir yaşam hikâyesi” olarak baktığımda aradaki farkların neler olabileceğinin sorgulanmasına daldım.
“Babamın” ya da “annemin” optiğinden değil, kendi merceğimden baktığımda “babaannem” için neler söyler, neler yazarım ve bu “benim babaanneme” ne kadar yakın veya uzak olur ?
1939 Depreminden babaannemin kurtarıp İstanbul’a getirdiği bir dikiş makinasının hikâyesi ise babaannemin kimliği, kişiliği, yaşamından çok daha ilgi çekici bir simge sülâle içinde dolaşıp durdu. Ben Erzincan Depremi denince ; tüm o felaketlerden, aile maceralarınden, 1908 doğumlu babaannemin hayatından çok bu dikiş makinasını anımsarım, ne garip.
***
Halbuki yolumun yalnızca bir kez düştüğü Erzincan’ın 1939 Depremi’yle birlikte adeta silindiğini, eskinin izlerinin kalmadığını, kentin hafızasının yok olduğunu kendi gözlerimle de görmüştüm.
Babaannemden yarım kulak dinlediğim Erzincan’ı da gördüğümde , babaannemin yaşam patikası üzerinden maalesef o eski günlere geri dönemedim.
Şimdi bir kış güneşi kırıntılarını, onun mat ışıklarını “bahar müjdecisi” sandığım hapishane hücresinde ve burada sonlanacak 2016 yılında buna hayıflanıyor, yaşam hipnozlarını kırmaya çabalıyorum.
Babaannemin Erzincan Depremi’nden yadigâr “dikiş makinası” acaba şimdi nerede?
27 Aralık 2016 tarihindeki bu notları yazdığım sayfanın dibine de “Eşyalar ve bireyler, eşyalar ve objelerle ilişkilerimiz” notu almışım.
***
İki yıl önce, yılın son günü, sabah notlarımda el yordamıyla yılın bilimsel gelişmelerin numaralayarak dökümünü yapmışım. Yanına “keşifler ve icatlar” yazmışım. Sıralamam şöyle:
1- İnsansız hava araçları
2- Robot–Nadin–insana en çok benzeyen robot
3- Canlıları taklit eden robotlar–Stanford Üniversitesi
4- Yapay zekâ–GO oyunu-robot dünya şampiyonunu yendi
5- İnsan beyni
6- Kara delik deneyimi
7- İnsanlık bu yüzyılda ortalama 14 cm boy atmış
8- Yapay kan üretildi, enfeksiyon riski yok
9- Mutluluk geni, Varna Üniversitesi
10- Günde bir elma, erken ölüm riski yüzde 35 azalıyor
11- Grönland, köpek balığı 395 yaşında
12- Kenya, 10 bin yıl önce toplu mezar-arkeoloji
13- Karadeniz, batık gemiler
14- 2600 yıl önceki alışveriş listesi
Bu notların yanına da bir marj çizgisi çizip, üzerine “uzay turizmi” başlığı koymuşum. Altında şu bilgiler var:
“Mars Deneyi, 6 kişi 93 m karede bir sene yaşadı”
“Uzayda açan ilk çiçek / Zeyna”
“Uzayda 340 gün / Helly–ABD’li astronot”
***
Aynı gün gece yarısı dayanamayıp bir not daha yazmışım:
SİLİVRİ’DE YILBAŞI / 31 ARALIK 2016
Vakit gece yarısını geçip 2017’e ulaştığımızda, son bir kez kanalları tarıyordum.
TRT Belgesel kanalında Sabahattin Ali’nin yaşamına, Sinop Cezaevi’ne, “Aldırma Gönül”e, cezaevi için yazdıklarına rastladım.
Duvar adlı eseri de bunlardan biriydi, Sinop Cezaevi’ni anlatıyordu.
Ayrıca belgesel Sinop’ta yatan yazar listesini de veriyordu.
23 Ocak 1913 günü Enver Bey’le Talat Bey’in başını çektiği bir grup İttihat ve Terakki üyesi tarafından Bâb-ı Âli’nin, basılmasıyla gerçekleştirilen askerî darbe sonrasında üç yüze yakın muhalif yazar Sinop’a gönderilmişlerdi. Dedim ya buralarda çile hiç bitmez diye…
Değişik zamanlarda Sinop’ta yatan yazarlardan bazılarını tanımıştım:
“Kerim Korcan, Burhan Felek, Refik Halit Karay, Ref’i Cevat Ulunay”…
Ben de şimdi 2017 yılına girerken Silivri Cezaevi’ndeyim, çok geniş bir zaman aralığında ülkenin hapishane gerçeğinin bir parçasıyım.
Buralarda sahiden pek bir şey değişmiyor.
***
Bir marj çizgisi de bu notları aldığım sayfaya çizmiş ve yılın son gününün satırbaşlarıyla dökümünü yazmışım :
– Avlu sabah 8:30 karanlık
– Bilimsel buluş notları
– Yemek programı
– Çamaşır
– Haftalık temizlik
– Yürüyüş 12-14
– Yemek
– Gazete
– Yürüyüş 17-18
– Yeni takvim (Diyanet)
– Çok sıradan bir akşam yemeği, artı iki portakal
Son olarak da bir cümle yazmışım:
“Kuşlar gelmedi, geçen cumartesi gelmişti.”
Yazı: Mehmet Altan / Platform 24