10 Eylül 2016’dan beri özgürlüğünden mahrum olan ve 11 Ocak 2018’de Anayasa Mahkemesi’nin verdiği “tutuklanmış olması hak ihlalidir” kararına rağmen serbest bırakılmayan Prof. Dr. Mehmet Altan, Almanya’nın Goethe Üniversitesi’nde düzenlenen bilimsel konferansa katıldı.
İstanbul Üniversitesi’nde 30 yıl sürdürdüğü hocalık görevinden KHK ile uzaklaştırılan iktisat profesörü, gazeteci ve yazar Mehmet Altan, Frankfurt Goethe Üniversitesi’nin 15 Haziran Cuma günü düzenlediği “Almanya ve Türkiye: Erdoğan’ın Siyaseti ve Sonuçları’’ konulu konferansa aylar öncesinden davet edilmişti. Hâlen Silivri Cezaevi’nde tutulan Mehmet Altan, konferansa bizzat gidemedi ama “Türkiye’de Milliyetçilik ve İslamcılık’’ başlıklı bir tebliğ ile katılım sağladı.
Goethe Üniversitesi’nin “Küresel İslam Araştırma Merkezi – Normatif Düzenler Eğitimi – Mükemmeliyet Kümesi” tarafından düzenlenen konferansta, çok sayıda kitap ve makalesinde de irdelediği küreselleşme, Türkiye’deki cami-kışla ayrışması ve demokratikleşme konularına sosyo-ekonomik temelli bir bakışla odaklanan Mehmet Altan, tebliğinin giriş bölümünde konferans katılımcılarına şöyle seslendi:
“Ülkeniz kamuoyu eleştirisel düşüncelerinden dolayı haksız hukuksuz zorla ve zorbalıkla hapse atılan bizlerin sesini, mağduriyetini kendi ülkemizdeki pek çok insandan çok daha fazla duydu, karşı çıktı, itiraz etti. Hepsine müteşekkirim. İyi ki yeryüzü ve insanlık âlemi var.”
Altan ailesinin katkıları anlatıldı
Konferansta Mehmet Altan’ın tebliği, metni Almancaya çeviren insan hakları aktivisti Selver Erol tarafından okundu. Erol, tebliğin öncesinde Mehmet Altan’ın özgeçmişine, kitaplarına ve ailesinin Türkiye’deki konumuna ilişkin bir sunum yaptı.
Bu sunumda, Ahmet ve Mehmet Altan kardeşler ile babaları Çetin Altan’ın Türkiye’nin entelektüel hayatına katkıları ve bu katkılar karşılığında ödedikleri bedeller de anlatıldı.
Tebliğ okunurken, Mehmet Altan’ın dev bir fotoğrafı ve konferansa gönderdiği metnin önemli başlıkları sahnedeki ekrana yansıtıldı.
“Demokrasi karşıtlarına direnen yeni bir ittifak”
Mehmet Altan’ın tebliğine büyük ilgi gösteren konferans katılımcıları, daha sonra söz alarak, Altan’ın özellikle kendisinin ve abisinin “içinde bulunduğu koşullara rağmen, Türkiye’nin ve dünyanın gidişatına ilişkin umutlu bir analiz yapmasından çok etkilendiklerini” aktardılar.
Altan, dünyadaki ve Türkiye’deki değişimi yorumlarken, dikey bölünmelerin yerini yatay bölünmelere bıraktığını anlattı.
“Türkiye’nin de aralarında bulunduğu birçok toplum ‘yatay’ biçimde bölündü. Homojen olmayan aksine ‘çok kimlikli’ yeni heterojen ittifaklar ortaya çıktı” diyen Altan, analizine şöyle devam etti:
“Şimdi insanlar ırklarına, cinslerine, dinlerine göre değil ‘fikirlerine’ göre gruplaşıp karşıtlaşıyorlar. Globalizm sürecinde insan kümeleri çözüldü ve yeniden bir başka biçimde birleşti. Türkiye’de de aynı durumu yaşıyoruz.
Evrensellik ve demokrasi karşıtı bir milliyetçi-muhafazakâr ittifaka karşı milliyetçilerden, muhafazakârlardan, Kemalistlerden, demokratlardan oluşan yeni bir ittifak oluştu.”
Bu grupların “fikir” bazında bölündüklerini vurgulayan Mehmet Altan, “Bu iki grubun şu anda tek benzerliği Kürt düşmanlığında ortaya çıkıyor ama çok yakında bu ‘fobinin’ de aşılacağını umuyorum” ifadesini kullandı.
Altan, “Kültürlerin bu ‘yatay’ bölünmesi, kültürel çözülmelerle birlikte oluşan yeni ittifaklar, insanlığın bu popülizm ve lumpenleşme dönemini aşmak üzere yeni bir yol bulduğunu, en azından bu yolu aradığını gösteriyor. Bu da, evrensellikten ve insanlıktan öyle çabucak ümidimizi kesmememiz için çok olumlu bir gelişme” dedi.
Mehmet Altan’ın tebliğinin tam metnini aşağıda yayınlıyoruz:
“Beni buraya davet eden sizlere ve sayın izleyicilere çok teşekkür ediyorum.
Bildiğiniz malum sebeplerden dolayı aranızda olamıyorum, bunun için sizlerden özür diliyorum.
Ülkeniz kamuoyu eleştirisel düşüncelerinden dolayı haksız hukuksuz zorla ve zorbalıkla hapse atılan bizlerin sesini, mağduriyetini kendi ülkemizdeki pek çok insandan çok daha fazla duydu, karşı çıktı, itiraz etti.
Hepsine müteşekkirim. İyi ki yeryüzü ve insanlık âlemi var.
Ayrıca, bu sahiplenilme bir başka konuda da bana ayrı bir güç verdi.
Birkaç yıl önce yazdığım İngilizceye de çevrilen ama henüz dışarıda basılmamış olan Küresel Vicdan adlı kitabımda, 21. yüzyılda “ahlâk ve vicdanın nasıl şekillenebileceğini” sorgulamıştım.
21. yüzyıl büyük çalkantılarla, iniş çıkışlarla, zigzaglarla yol alıyor. Zaman zaman ahlâk ve vicdan da bu sarsıntılardan payını alıyor, etkisizleşiyor.
Sizlerin iki yıldır hiç peşini bırakmadan, savsaklamadan gösterdiğiniz ilgi ve alâka, haksızlığa tepkiniz, sarsılsa da vicdanın hiçbir zaman kaybolmayacağını, etki ve önemini yitirmeyeceğini de gösteriyor.
Bunun için de, bana “küresel vicdan” adına büyük bir inanç veren bu üstün ve soylu desteğinize ayrıca bir kez daha teşekkür etmek istiyorum…
***
Dünya, seçim kazanabilen ama ülkesini yönetemeyen, topluma huzuru ve barışı getiremeyen politikacıların öne çıktığı bir döneme girdi.
Seçim kazanmayı beceren ama yönetemeyen siyasetçilerin politika arenasında kullanabilecekleri tek bir silahları var: O da “söz”.
Tek silah “söz” olunca hâliyle o silahı en keskin hâle getirebilmek için politikacılar ağır bir hamasete, keskin bir milliyetçiliğe, düşmanlar ilan edip onlara şiddetle saldırmaya mecbur kalıyorlar.
Hamaset ve milliyetçilik siyasetteki en ilkel yöntemler olduğu için bu sözlerin “alıcıları” da toplumun en gelişmemiş, en lumpen kesimleri oluyor.
Bu kesimler de, toplumlarını kendi düzeylerine çekmek için büyük bir çaba gösteriyorlar ve toplumlarda çok ciddi gerilimler oluşuyor.
***
Niye böyle bir döneme girdik?
Bu sorunun cevabını aslında herkes biliyor.
“Bütünleşme” anlamına gelen ve gelişmişliğin yaygınlaşmasını öngören globalizm, kendi içinde bütünleşememiş, gelişmişlik düzeyini eşitleyememiş toplumları ve özellikle de o toplumların gelişmemiş kesimlerini çok korkuttu.
Globalizm, yeni çağa ayak uydurmakta zorlanan kesimler için hızlı yenmiş bir yemeğe döndü. Hazmedemeyenler globalizmi kusmaya başladı.
Globalizmin nimetlerinden faydalananlar ileriye doğru hamle yaparken, dansa ayak uyduramayanlar öfkeli kalabalıklara dönüştü.
Otoriter rejimlerin uç vermesi, demokrasinin, temel hak ve özgürlüklerinin hedef alınması böyle bir süreçte yol almaya başladı.
Özgürlük, özgürleşme ve globalizmin aksaklıklarının onarılarak devam etmesini istemek hedef tahtasına oturtuldu.
***
Türkiye de bu “anti-globalist” iklime yakalanıp, onun şiddetli kasırgasına tutuldu.
Bu şiddetli kasırganın Türkiye’de kendine zemin bulmasının özel tarihsel nedenleri var.
Türkiye’de tarihsel süreç Osmanlı’dan beri Batı’dan çok farklı gelişti.
Batı ile Osmanlı İmparatorluğu arasındaki en büyük farkı feodalite üzerinden tanımlamak mümkün.
***
Feodalite, sermaye birikimine, sanayileşmeye, burjuvazi ve proleteryanın ortaya çıkmasına olanak veren bir sosyo-ekonomik yapıydı.
Osmanlı toprak düzeni ise feodalitenin tam tersi özelliklere sahipti. Mülkiyet yoktu, her şey padişahın malıydı, sadece bir çift öküzün sürebileceği kadar küçük bir toprak parçasının kullanım hakkı özgür köylülere bırakılmıştı.
Feodal beyler ile imparator arasındaki güç dengesi ve çekişme Osmanlı’da yaşanmadı. Feodal beylerin geniş topraklardaki emek sömürüsü de Osmanlı’da yoktu.
Sermaye birikimi, sanayileşme ve sınıfsal ayrışma olmadı. Ne proleterya ne de ciddi bir burjuvazi doğabildi.
Sarayın ve padişahın kulu sayılan yığınlar Osmanlı’nın özelliğini oluşturdu. Batı’daki gelişmeden çok farklı bir süreç oluştu.
***
Bu yapı, 1923’teki Cumhuriyet’e de neredeyse aynen taşındı.
Toplumdan çok daha güçlü bir devlet, Saray’ın yerini aldı. Devlet yönetimini ele geçiren siyasette hep çok güçlü oldu.
Piyasa gelişmedi. Devletin ekonomik gücü halkın ekonomik gücünün önünde oldu. Çünkü Osmanlı’da mülkün sahibi, yani tüm memleketin ve devletin mal sahibi Padişahtı.
Her şey padişahındı.
Bu mal varlığı Cumhuriyetin ilanı ile birlikte devletin oldu.
Bu gün de hâlâ Türkiye’nin en büyük üç ilinde (İstanbul, Ankara ve İzmir) taşınmaz malların yaklaşık dörtte biri hazineye aittir. Bu Osmanlı’dan devlete kalan bir ekonomik mirastır. Bu tarihsel çarpık nedenle devlet ekonomik olarak hâlâ toplumdan daha zengin ve güçlüdür.
Ve gene bu nedenle, ekonomiye yön veren etkin ve güçlü bir piyasa istenen ölçüde hiçbir zaman boy atamadı.
Devletin ekonomik gücü rant ekonomisini oluşturdu ve hep besledi.
Siyaset ise devlet rantlarının dağıtımının en etkin yolu oldu. Devlet yönetimini ele geçirmek, rant sisteminin ve rant dağıtımının anahtarını ele geçirmek anlamına geldi.
***
Devletin toplumdan çok daha güçlü olduğu, rantın oluştuğu, sınıfların gelişmediği, piyasanın güdük kaldığı bir toplumda da demokrasi hep cüce kaldı, boy atamadı.
Üretime katılım, nüfus oranına göre hep düşüktü ve hâlâ çok düşük. 25 yaş üzerindeki nüfusun çoğunluğunun okul eğitim süresi ortalama 6 yıl. Çalışan nüfusun % 60’ ın nitelikli bir mesleği yok. Kendilerini meslekleri, yarattıkları değerler ve toplumsal konumları üzerinden ifade edemiyorlar.
Geriye ortak kimlik arayışı olarak, etnik köken, milliyetçilik, din ve mezhep kalıyor. Kişinin kendisini ifade edebileceği nitelikleri yoksa Türk, Kürt, Alevî veya Sünnî olarak kendisine kimlik değeri kazandırma eğilimi öne çıkıyor. Toplumun büyük çoğunluğunun eğitiminin yetersiz, yabancı dil bilgisinin sınırlı veya hiç olmaması, kültürel yaşamdan uzaklığıyla, genel anlamda gelişmemiş insan kaynaklarıyla gelişen ve bütünleşen bir dünyada kendine yer edinmesi zorlaşıyor.
Bunun sonucu olarak kendi içine dönük, dünyadan kopuk, değişime, karşılıklı etkileşimlere ve gelişmeye karşı direnen, kendine güveni gelişmemiş, başkalarına da güvenemeyen, ürkek ve kompleksli bireyler ve vatandaş tipi ortaya çıktı, çıkıyor.
Siyaset ise klasik ideolojilerin uzağında örgütlendi.
Saray’ın devamı olanlar orduya dayanan Kışla anlayışı üzerinden devlet rantlarından; yararlanamayanlar ise Cami cemaati üzerinden cepheleşti.
“Askerî vesayeti” benimseyen Kışla anlayışı ile Cami cemaati üzerinden örgütlenme anlayışı, devleti ele geçirme ve rant sisteminin nimetlerini sömürme kavgasına girişti.
***
Son 16 yıldır Cami cemaati üzerinden yol alan zihniyet iktidarda.
Bir zaman AB reformları, askerî vesayet karşıtlığı, demokratikleşme istikametinde olumlu adımlar attı. Muhafazakâr demokrat anlayışı benimsemiş göründü.
2011’den sonra bu hedefler terk edildi.
Devlet rantları siyaseti zehirledi. Yolsuzluk, keyfîlik, dinsel motiflerle yığınları yönlendirme, hamaset, demokrasiyi ve hukuku düşman ilan etme öne çıktı.
Globalizmin evrensel zorlukları da bu altüst oluşa yardımcı oldu.
Cami üzerinden siyaset yapanlar kendilerine yeni ittifaklar aramaya koyuldu, bir dönem önce kavga ettiği kışla üzerinden siyaset yapanlarla koalisyona gitti.
Cami- Kışla ayrışması, geçici bir ittifaka dönüştü. Evrensel değerlere düşman “milliyetçi-muhafazakâr” bir cephe doğdu.
Demokrasi, hukuk, basın özgürlüğü, temel haklar rafa kalktı.
Globalizmin zor hazmı, Türkiye’de de iyileşme sürecini tersine döndürmekle kalmadı, tarihsel “düşmanların” demokrasi karşıtı ittifakını doğurdu.
***
Globalizm korkusuyla bütün dünyada ve Türkiye’de boy atan popülizm ve lumpenleşme şimdi beklenmeyen bambaşka bir sürece evriliyor.
“Kültür savaşları” biçim değiştirerek yepyeni bir yapı kazanıyor.
Bugüne dek toplumlar ve kültürler yukarıdan aşağıya çekilen çizgilerle bölünüyor ve düşmanlaşıyordu:
Hristiyanlarla Müslümanlar, siyahlarla beyazlar, Doğulularla Batılılar gibi kendi içinde homojenleşen gruplar birbirinden ayrılıp karşı karşıya geliyordu.
Bu yeni “lumpenleşme” akımı bu “dikine” bölünmeyi ortadan kaldırdı.
Türkiye’nin de aralarında bulunduğu birçok toplum “yatay” biçimde bölündü. Homojen olmayan aksine “çok kimlikli” yeni heterojen ittifaklar ortaya çıktı.
Globalizmden, gelişmeden, demokrasiden, hukuktan yana olan her ırktan, her cinsten, her dinden insan kümeleri bir grubu oluştururken, bu değere karşı çıkanlar da ırklarına, dinlerine, cinsiyetlerine aldırmadan bir araya geliyorlar.
Evrensellik ve Demokrasi yanlısı işçi de, bunun karşısında olan işçi de var, bu değerlerden yana Müslüman da var, bu değerlere karşı Müslümanlar da var, bu değerlerden yana Hristiyanlar da bu değerlere karşı Hristiyanlar da var.
Şimdi insanlar ırklarına, cinslerine, dinlerine göre değil “fikirlerine” göre gruplaşıp karşıtlaşıyorlar.
Globalizm sürecinde insan kümeleri çözüldü ve yeniden bir başka biçimde birleşti.
Türkiye’de de aynı durumu yaşıyoruz.
Evrensellik ve demokrasi karşıtı bir milliyetçi-muhafazakâr ittifaka karşı milliyetçilerden, muhafazakârlardan, Kemalistlerden, demokratlardan oluşan yeni bir ittifak oluştu.
Bu gruplar “fikir” bazında bölündüler.
Bu iki grubun şu anda tek benzerliği Kürt düşmanlığında ortaya çıkıyor ama çok yakında bu “fobinin” de aşılacağını umuyorum.
***
Karşıtlık, insanlığın itici gücüdür, bundan korkmaya gerek yok.
Bu karşıtlığın din, ırk, mezhep bazında değil de “fikir ve ilke” bazında oluşması bana ümit verici yeni bir süreç olarak gözüküyor.
Kültürlerin bu “yatay” bölünmesi, kültürel çözülmelerle birlikte oluşan yeni ittifaklar, insanlığın bu popülizm ve lumpenleşme dönemini aşmak üzere yeni bir yol bulduğunu, en azından bu yolu aradığını gösteriyor.
Bu da, evrensellikten ve insanlıktan öyle çabucak ümidimizi kesmememiz için çok olumlu bir gelişme.
Saygılarımla.”