Nazlı Ilıcak.
2016 Temmuz’undan beri cezaevinde. Ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına mahkum.
75 yaşında.
‘Silahlı terör örgütü üyeliği’ suçlaması yöneltildi.
Tek suçlama bu da değildi.
‘Türkiye Büyük Millet Meclisini ortadan kaldırmaya veya görevini yapmasını engellemeye teşebbüs etme’, ‘Türkiye Cumhuriyeti Hükümetini ortadan kaldırmaya veya görevini yapmasını engellemeye teşebbüs etme’ ve ‘Anayasal düzeni ortadan kaldırmaya teşebbüs etme’ gibi suçlar da yamandı ki iş sağlama alınsın.
Birinden ‘yırtarsa’ diğeri ile mapus damını boylasın.
17-25 Aralık yolsuzluk skandalları patlak verdiğinde, bunların darbe teşebbüsü olmadığını, aksine yolsuzluk yapanların faka bastırıldığını savunmuştu Ilıcak.
MİT tırlarında ‘ismi lazım değil’ bir örgüte silah taşındığını belirtmişti.
Mahkeme sürecinde, 17-25 Aralık yolsuzluk operasyonlarının ‘darbe girişiminin ilk adımları’ olduğunu belirtmiş ve Gülen grubu ile ilgili fikirlerini, 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında değiştirdiğini anlatmıştı.
İnsanlar da, fikirleri de olay ve koşullarla birlikte, zaman içerisindeki gerçeklik algısının farklılaşmasının da etkisiyle değişir.
Ancak hepsi ‘fikirler’den ibaret.
‘Silahlı örgüt’ elbisesi giydirilen fikirler.
Elbette fikrin bir ‘makbul’ olanı bir de ‘sakıncalı’ olanı vardı muktedire göre.
Nazlı Ilıcak’ınkiler bu kategoriyi de aşıyordu.
‘İhanet’ de barındırıyordu, Erdoğan gezegenindeki yazılı olmayan kurallara göre.
1999’da Fazilet Partisi’nden milletvekili seçildiği günden, 2013’te yollar ayrılana kadar da Erdoğan ile ‘beraber yürüdü o yollarda.’
Yol ayrımına geldiği gün rejimin ‘gazetesi’ Sabah’tan da sürüldü.
‘En büyük hasımın’ gazetesine geçti: Bugün’e.
Ne ki bir kez ‘taşlanmıştı.’
O taş gittiği her yere yetişecek menzile de sahipti.
Bu kez kayyum kilit vurdu çalıştığı gazetenin kapısına.
Ana akım medyada denedi şansını, yine ‘uzun el’ yetişti onu susturmak için.
Kabus gibi peşindeydi.
Aslında onun ‘fikirdaşlık’ ettiklerinin peşindeydi ‘susturucu’ ancak Nazlı Ilıcak’a ayrı bir ‘kin ve nefret’le dolup taşıyordu ‘eski dost.’
‘Başörtülü bacılar’a verdiği eşsiz destek de yanan kin ateşini söndürmeye yetmeyecekti.
1999’da, FP’nin İstanbul Milletvekili Merve Kavakçı’nın başörtüsü ile yemin etmesine DSP’li vekiller büyük tepki göstermişti.
FP sıraları alkış koparırken, DSP’li vekiller sıra kapaklarını dövüyordu.
İşte tam o anda, Kavakçı’nın koluna giren ve onu moralmen yükselten kadındı Nazlı Ilıcak.
Bunu siyasi görüşlerden bağımsız, özgürlüklere saygı çerçevesinde yapacaktı.
O köprülerin altından çok sular aktı.
Nazlı Ilıcak, doğru bildiği yolda ilerledi.
Sonraki yıllarda, AKP’nin ve Erdoğan’ın doğru olduğunu düşündüğü icraatlarına destek verdi, Sabah’taki köşesinde askeri vesayetin geriletilişi, AB ile ilişkilerde yol alınması ve demokrasinin güçlendirilmesine yönelik iktidarın olumlu adımlarının arkasında oldu.
Ne zaman ki, bir şeyler aklına yatmadı ve ‘bir hata yapılıyor beyler’ dedi; işte o an ‘ipi çekildi.’
Tam altı yıldır dinmeyen bir öfke, Nazlı Ilıcak’ı mapushanede çürümeye terk etti.
Mesaj netti: Bizimle yola çıkan ya sonsuza dek bizimle yürür ya da yok olur.
Her ne yapmış olursak olalım…
Tüm günah ve kötülüklerimize rağmen.
‘Ölüm bizi ayırana kadar…’
Kavakçı, o gün Nazlı Ilıcak’ın serinleten desteği ile adımlarını atabilmiş ve direncini koruyabilmişti.
Bugün iki isim çok farklı yerlerde.
Kavakçı, gözünü kapattı, vicdanına perde çekti ve hayatına devam etti.
‘Başarı’ merdivenlerini koşar adım çıktı.
Akademik dünyanın ‘gözdesiydi.’
Bir daha ayağına taş değmedi.
Saray el vermişti kendisine.
Sözlü anlaşmayı hiç bozmamıştı.
Hep itaatkar hep kanaatkar hep ‘ne gelirse baş-göz üstüne’ düsturu ile yaşamıştı.
Nazlı Ilıcak da tarihin tozlu sayfalarındaki bir detaydı artık.
Bahse bile değmeyen.
Yeni Akit yazarıydı hem de Kavakçı.
‘Başarı’nın kapıları ardına kadar açılmıştı.
Sonra duyuldu ki Kuala Lumpur’a büyükelçi yapılmış.
Sendeleyip düşmesine engel olan Nazlı Ilıcak’sa hiç bitmeyecek cezasını çekmeye devam edecekti.
Mapusta çürütülme çilesi son bulmayacaktı.
Kaderini AKP ile birleştiren Kavakçı’ya ise, 2011 yılında bir de ‘Vefa Ödülü’ verilecekti, Mazlum-Der tarafından.
Öyle ya en çok onun ‘hakkıydı’ vefa.
2016 yılında, “Nazlı Ilıcak ve…” başlıklı bir yazı ile, ‘üzüntüsü’nü anlatıyordu.
Bir yandan üzülüyor bir yandan da “Keşke ‘bunların’ ne olduğunu 15 Temmuz gecesi değil de daha önce anlamış olsaydı. Keşke ‘bunların’ palazlanmasına çanak tutanlardan olmasaydı. Keşke” diyordu.
Muktedirin hakim dili ile bir yandan Nazlı Ilıcak’ın ne kadar da ‘yanlış yola’ saptığını sayıp döküyor bir yandan da kendini şu cümlelerle ‘suçluyordu:’
“Açıkçası kendimi sorumlu hissediyorum. Keşke diyorum, keşke bu dostluğu dondurmayıp Nazlı Ilıcak’a FETÖ’nün ne olduğunu izaha çalışsaydım. Keşke görüşmeyerek görüşmeyi seçmeseydim. Belki onu ikna edebilirdim. Belki görmediklerini görmesine vesile olabilirdim.”
Tam da Saraylar’a layık bir iç dökme.
“O gün nasıl benim yanımda oldu ve o fikri savunduysa, iktidara karşı da inandığını savundu, demokrasi de bunu gerektirir, özgür bırakın Nazlı Abla’mı” diyemedi ya da demedi.
Sonrası malum, şimdi kendisi Saray’ın el vermesiyle Kuala Lumpur’da ülkesini ‘başarıyla’ temsil ediyor.
Kızı ise Saray’da danışman.
Kız kardeş Ravza Kavakçı da AKP’den vekil.
Bir yan ‘yandaş’lığın ödülünü aile boyu yaşarken, diğer yan ‘karşıtlığın’ cezasını mapus damlarında çürümeye terk edilerek ödüyor.
1999’un ‘Nazlı Abla’sı, şimdinin ‘müebbetlik suçlusu.’
Yazı: Bihter Okutan, Ahval