Ahmet Turan Alkan’la bu söyleşi, The Guardian adına gazeteci Jo Glanville’in ilettiği yazılı soruların, Alkan tarafından Silivri Cezaevi’nde yine yazılı olarak cevaplanması suretiyle yapıldı. Glanville 23 Haziran 2018 tarihli The Guardian’da yer alan röportajındaAlkan’ın cevaplarına da yer verdi. Alkan’la söyleşinin İngilizceye çevrilmiş tam metni aynı gün English PEN örgütünün internet sitesinde yayınlandı. Söyleşinin Türkçesi K24’te, Ahmet Turan Alkan’ın cevaplarının orijinal tam metnine sadık kalınarak ve Jo Glanville’in özel izniyle yayınlanıyor.
Anladığım kadarıyla, cezaevinde bir roman yazmışsınız. Ne hakkında?
Evet, cezaevinde bir roman yazdım. İsmi “Sağ Yanım.” Kısaca, benim hayali karakterler üzerinden Türk sağı ile hesaplaşmamdan bahsediyor. “Sağ”ın bileşenleriyle milliyetçilikle, yeni ve eski muhafazakârlıkla, politize edilmiş müslümanlıkla (İslamcılık), sağ hurafelerle, efsanelerle daha somutlaşmış olarak tarih algısı ve bilgisi ile hesaplaşmak. Cezaevinde olmasaydım belki bu hesaplaşma daha dokümanter, belki deneme şeklinde olacaktı ama kitaba ve kaynaklara ulaşmakta çektiğim zorluklar, beni romanın müsamahalı ve şehvetkâr iklimine çekti.
Son zamanlarda başınızdan geçenler, romanı ne ölçüde şekillendirdi?
Neredeyse tamamen diyebilirim. Türkiye’de sağı inceleyen ve irdeleyen önemli diyebileceğim bir literatürden bahsedebiliriz ancak bu (benimki yani) “içerden” olmak özelliğini taşıyor. Yaşanmış, daha önemli ve (fenası!) vaktiyle inanılmış, uğruna mücadele edilmiş ve yıllarca savunulmuş şeylerle yüzleşmeye çalıştım. Bir nevi katarsis sürecinin mahsulü oldu yazdıklarım, fikir kürü yaptım. Her romancının bir şekilde başına geldiği gibi hayatımdan ve yaşadıklarımdan bazı şeyler yazdıklarıma sızdı kaçınılmaz olarak ama bir otobiyografi derecesine de varmadı.
Neden kurmaca dışı yazmaktansa roman yazmayı yeğlediniz?
Yıllarca deneme türünde metinler yazdım ve bu arada birkaç bin de gazete köşe yazısı. Öteki edebî türlere karşı içimde hep kıskançlık vardı; özellikle romana karşı. Ancak “dışarda” iken romana ne kadar niyet ettimse de başaramadım ama “içerde” başka şansım yoktu, anlattığım sebeplerden dolayı. Elbette, yazdıklarıma kolayca “roman” sıfatı yakıştırıyor olmam, şahsî ve çok sübjektif bir iddia. Zira bu metni henüz benden başka kimse baştan sona okumadı; hâlâ el yazısı nüshası ile duruyor. Dolayısıyla yazdığım şeyin edebî vasfı hakkında iddialı olamıyorum ama büyük hikâyenin içindeki küçük hikâyelerin en azından doğru ve samimi olduğunu söyleyebilirim.
Yaşadıklarınız, yazdıklarınızın konusunu ve bir yazar olarak sizin yaklaşımınızı ne ölçüde etkiledi?
Cezaevi yazmak için iyi bir ortam değil, çünkü Macintosh Plus devrinden beri klavyeye alışmış biri için kalem ve kâğıda dönmek, düşüncenin tertiplenmesinde büyük zahmet yaratıyor. Kaldı ki yazdıklarıma cezaevi tecrübelerimi hiç bulaştırmamaya ayrıca itina da gösterdim. Cezaevi edebiyatını hiç sevmedim zaten; şimdi bir parçası olmaya niyetim yok. Muhtemel okuyucumu zihnen hapishaneye sokmak değil, hayatın güzelliklerini fark etmeye çağırmak isterim. Burada yazdığım öteki iki kitap, tam da bu istikamette şeyler: İlki benim hobi tutkunluğumla dalga geçtiğim garip bir otobiyografi; “otohobbyographie.” Diğeri ise arka planında Ermeni meselesinin hafifçe didiklendiği bir aşk romanı denemesi: “Küçük Abla.”
Yazdığınız romanı basacak bir yayınevi var mı?
Hayır, bir yayınevi yok henüz. Bütün kitaplarımı basan ve dağıtan eski yayınevim bana iki yıldır selam bile göndermiyor nedense! Hiç önemli değil. Bu süreçte yazmak ve iç kanamalarını bu yolla engellemek önemliydi ve bunu yaptığımı sanıyorum.