Silivri Cezaevi’nde 669 gündür (29 mayıs itibariyle) tutuklu bulunan gazeteci Emre Soncan (36), İsveç merkezli insan hakları kuruluşu Stockholm Center for Freedom’la (SCF) yazılı bir röportaj yaptı. ‘Terör örgütü üyeliği’ suçlaması ile 7 yıl 6 ay hapse mahkum edilen Soncan, “Gazeteci eleştireldir, şüphecidir, asidir, ütopisttir. Velhasıl gazeteci pek çok şeydir. Ama tek bir şey değildir; gazeteci terörist değildir.” dedi. İçindeki özgürlük tutkusunu anlatan eski Zaman Gazetesi muhabiri, tekrar mesleğine dönüp yine yalnızca halk için gazetecilik yapacağı günü sabırsızlıkla beklediğini ifade etti. Avrupalı politikacılara ise kırgın. Kendi ülkelerinin çıkarları gereği Türkiye’deki basın ve düşünce özgürlüğü sorununa sırt döndüklerini savunduğu Avrupalı politikacılar için, “Avrupa’yı Avrupa yapan değerlere sadakatsizlik ediyorlar” eleştirisini yöneltti.
Emre Soncan’ın sorulara verdiği cevaplar şöyle:
Öncelikle nasıl tutuklandığınızdan ve şu anki durumundan söz eder misiniz?
CNN Türk televizyonu ve Star gazetesinde yaptığım kısa süreli stajların ardından 2004 yılında Zaman Gazetesi’nde çalışmaya başladım. Mesleğimi, ‘Cumhurbaşkanı ve Genelkurmay Muhabiri’ ünvanıyla sürdürürken Zaman Gazetesi’ne siyasi iktidarca el konulması sonrası, yeni gelen yönetim tarafından işten çıkarıldım. 15 Temmuz 2016’da gerçekleşen menfur darbe girişimiyle birlikte muhalif medyaya dönük başlatılan operasyonlarda, 29 Temmuz 2016’da tutuklandım. Yazdığım kitaplar, yaptığım haberler, televizyon konuşmalarım ve iktidara ilişkin eleştirilerim nedeniyle, ‘örgüt üyeliği’ suçlamasından 7 yıl 6 ay hapis cezası aldım. Yaklaşık 2 yıldır da tutukluyum.
Hapishane hayatınız nasıl geçiyor?
Gece olunca, hapishanede hiç gündüz oldu mu bilmiyorum. İdarenin verdiği çarşaf ve yastık kılıfını kullanmadığım için kantinden aldığım nevresim takımının içine sokuluyor, iki elimin parmak uçlarıyla battaniyeyi çeneme kadar çekiyor, büzüşüp katlanmış yerlerini yattığım yerde minik ayak darbeleriyle düzeltiyor, bir süre sağa sonra bir süre sola dönüyor, özgür olma hayalleri kuruyor, ardından tam anını kestiremediğim bir anda uykuya dalıyorum… Ben uyuyunca hapishane de uyuyor haliyle. Yatağımın yanı başındaki kalorifer, kaloriferin üzerindeki kitap ve dergiler de kapatıyor gözlerini. Alt kata inen merdivenin basamakları bile uyuyor. Ama bir içimdeki özgürlük tutkusu uyumuyor. Bu içimdeki özgürlük tutkusu uyumayınca da tüm uykularım uykuyla uyanıklık arasında bir kabusa dönüşüyor.
Az kalsın unutuyordum söylemeyi, bir de çatının saçakları uyumuyor galiba. Çünkü saçaklardan akan suların, avlunun beton zeminine çarptıklarında çıkardıkları tıpırtıları duyabiliyorum.
Gündüzleri ise gözlerimden güneşin turuncu ışıkları fışkırıyor. Aydınlıkla karanlık arasında denge kurmaya çalışıyorum. Aynı, henüz işinde ustalaşamamış bir ip cambazının muvazenesini korumak için sarfettiği çaba gibi…
Okuyorum, yazıyorum, düşünüyorum… Aslında okuyarak, yazarak, düşünerek hayata tutunuyorum. Hasan Ali Toptaş, Gölgesizler’de, “Yaşam tekrarlardan oluşur” diyor. Yaşam gerçekten öyle miydi hatırlamıyorum ama hapishanede tüm günler birbirinin tekrarından ibaretler. OHAL uygulamaları nedeniyle arkadaşlarımızla görüşmemiz yasak. Telefon hakkımız sadece iki haftada bir. Açık görüş ise ancak iki ayda bir. Yani sevdiklerinize sarılabilmeniz için altmış koca gün beklemeniz gerekiyor. Uzun süre mektup ve kitap da yasaktı. Neyse ki bu çağdışı uygulamadan vazgeçildi.
Dokuz adımlık küçük bir avlumuz var, üzeri tel kafeslerle kapalı. Sanırım bulutları kucaklamamızdan korkuyorlar. Ya da belki bir seher vakti güneş toplarız diye çekiniyorlar.Kimseye söylemeyin ama benim düşsel kanatlarım var. Kaçıyorum zaman zaman hapishaneden. Jandarmalar ve gardiyanlar görmüyor. Bir de kelimelerim var benim, onlarla sonsuzluğa giden köprüler kuruyorum, kadifeden harflerin üzerinde usulen yürüyorum, hakimler ya da polisler gelemiyor arkamdan. Çünkü onların kelimeleri yok…
Bazen küçük mucizelere de tanıklık ediyorum burada. Mesela bir gün, kısacık ömrünü yaşamak için niye hapishaneyi ve hapishanenin içerisinde neden benim koğuşumu seçtiğini anlayamadığım, toprak kahverengisi bedeninin üzerine bulanık sarı parçalar iliştirilmiş küçücük bir kelebek kondu camın kenarına. Çok mutlu hissettim kendimi.
Bu satırları yazdığım şu anı da anlatayım size isterseniz. Avlunun yarısına güneş vuruyor ve güneşin altında çamaşırlar kuruyor. Diğer yarısında, üzerinde hafif bir rüzgarın sürtündüğü sakin mi sakin bir gölgelik hüküm sürüyor. İşte ben de o gölgeye bıraktığım plastik sandalyede sol bacağımı katlayıp sağ bacağımın üzerine atmış, yanağımı sol elimin avucuna yaslamış, sağ elimde tuttuğum kupanın içindeki çayın kırmızısına, o kırmızının üstündeki bordo tişörtle uyumuna ve öbür yandan da her halimin hapishane ile uyumsuzluğuna bakarken bu satırları kaleme alıyorum.
Türkiye’deki tutuklu gazetecilerin durumu ve bu konuda özellikle Batı’dan yükselen eleştirel seslerle ilgili düşünceleriniz nelerdir?
Şu anda memleketimde yüzlerce gazeteci salt düşünceleri nedeniyle demir parmaklıkların arkasındalar. Selahattin Eyüboğlu’nun da vurguladığı gibi, ‘En büyük düşünce suçu, düşüncenin suç olduğunu iddia etmektir.’ Gazetecilik mesleğinin özü, şüphecilik ve eleştirel bakış açısıdır. Şüphe etmek ve eleştirmek de düşünmekle başlar. Bir gazetecinin işleyebileceği en büyük suç, siyasi iktidara angaje olmak, kendisini hükümetin ve devletin yanında konumlandırıp sorumlu olduğu topluma sırtını dönmesidir. Ben de dahil olmak üzere çoğumuz bu suça zamanında kıyısından köşesinden bulaştık. Şimdi hapishanede bu suçtan arınıyorum. Ve bir an önce özgürlüğüme kavuşup yalnızca halk için gazetecilik yapacağımız günlerin özlemiyle tutuşuyorum.
Yeniden sorunuza dönecek olursak, evet, benim ve hapishanedeki diğer gazeteci arkadaşlarımın ortak noktası mevcut iktidarı eleştirmek ve ülkeyi yöneten siyasi anlayışın bizzat kendisinin ülke için ‘sorun’ haline geldiğini düşünmek. Ve malesef her geçen gün, her yeni anti-demokratik hamle, medya ve muhalefet üzerindeki baskının sürekli artması, bizleri haklı çıkarıyor.
Özellikle Avrupa Birliği ülkelerindeki meslektaşlarıma ve sivil toplum kuruluşlarındaki dostlara müteşekkirim. Her platformda sesimizi duyurmaya çalışıyorlar. Fakat Avrupalı politikacılar için aynı iyimser cümleleri kuramayacağım. Türk hükümetiyle aralarındaki ilişkiler ve bu ilişkiler üzerinden kurguladıkları ‘ulusal çıkarları’ nedeniyle ülkemdeki ifade ve düşünce özgürlüğü sorununa sırtlarını dönüyorlar. Aslında Avrupa’yı Avrupa yapan değerlere sadakatsizlik ediyorlar. Türkiye’deki medya örgütlerine ise hiç değinmek istemiyorum. Cemil Meriç’in ifadesiyle üzerlerinde birer deli gömleği olarak taşıdıkları ideolojik taassuplarından soyunmadıkça, sadece kendi düşünce dünyalarına yakın meslektaşlarıma destek verdikçe, basın özgürlüğüne gerçek anlamda hizmet etmeleri ve iktidar üzerinde tesir yaratabilmeleri kısa vadede mümkün değil.
Terörist suçlaması hakkında ne söylemek istersiniz?
Gazeteci, halktan saklananı halka anlatmaya çalıştığı ve yönetici tasarruflarından sürekli şüphe duyduğu için dünyanın hiç bir yerinde iktidarla barışık olamaz. İktidarı eleştirmek düşmanca bir tavır değil, bilakis mesleğimizin gereğidir. Gazeteci asidir… Dizlerinin üzerinde değil, ayaklarının üzerinde yazar. Hep daha güzel bir memleket, daha güzel bir dünya düşler. Bazen olmayacağını bilse de mükemmeli hayal eder. Bu yönüyle zaman zaman ütopisttir. Yani gazeteci eleştireldir, şüphecidir, asidir, ütopisttir. Velhasıl gazeteci pek çok şeydir. Ama tek bir şey değildir; gazeteci terörist değildir.
Hapishanedeki ilk gecemde yüzüme karşı ‘darbeci gazeteci hoşgeldin’ dediklerinde yaralandım… Jandarmalar arasında ellerim kelepçeli adliye koridorlarında yürürken ve yurttaşların gözleri gözlerime düşmanca dikilmişken yaralandım… Gözaltında üç kişilik hücrede onüç kişi kalırken ve yanı başımda bir katil zanlısı uyurken yaralandım… Ama yaşamak yaralanmaktı ve yaralanmak da güzeldi. Başkalarının yaralarını anlayabilmem için yara-bere içinde kalmam gerekiyormuş. Başkalarının yaralarını anladım.
Sözlerimi tamamlarken şunu söylemek isterim: Suçlama konusu olan haberlerim, kitaplarım, yorumlarım, en önemlisi düşüncelerim benim çocuklarımdı. Çocuklarımı istediler benden, onlara çocuklarımı vermedim. Çocuklarınızı kimseye vermeyin. (Kaynak: Ali Adil Çakar/TR724 http://www.tr724.com/tutuklu-gazeteci-emre-soncan-sadece-icimdeki-ozgurluk-tutkusu-uyumuyor/)