Sevgili Ahmet,
23 Eylül 2016 tarihinden itibaren Türkiye’de 1.585 gündür tutuklu bulunuyorsun. (2/2/2021 itibarıyla hesaplanmıştır.)
Suçun mu? Yazar olmak…
1.585 gün, yıllar değil ama günler: Yıllar bazında gözaltı süresinin ölçülmesi hızlı bir zaman izlenimini veriyor ama hayır. Doğrusu cezaevinde dakikalar, saniyeler hatta nefes sayısı bile hesap edilmeli. Gün ışığından mahrum kaldığın dar alanın metrekaresiyle ölçülmeli.
Görüyorsun Ahmet, gözaltında olduğun aklıma geldiğinde senden alınmış en küçük şeyi dahi düşünmeden duramıyorum. Burada, dışarıda ve uzakta, suçlu bulunmanın nedenini söylemek çok kolay: Roman yazdın, makalelerle fikirlerini dile getirdin ve bunu 2007 yılında Taraf gazetesini kurarak herkesin okumasını ve anlamasını sağladın. Hile yok, şifreli cümleler yok, her şey açık: Tıpkı yayınlanmış kitapların ve makalelerin gibi. Fikirler, gerçekler, teoriler; başka düşüncelerle, teorilerle, gerçeklerle cevaplandırılabilirdi. Ama hayır: özgürlüğünü ellerinden aldılar. Kelimelerini durdurmak için bir hücreye kilitlediler. Bir hücrenin en iyi ihtimalle bedenleri hapsedebileceğini zannederler. Fakat kelimeler üzerinde hiçbir güçleri yoktur.
Akademik Dünyadan Protestolar
Corriere della Sera‘nın sayfalarından sana yazıyorum çünkü Silivri Cezaevi’ne mektuplar zor ulaşıyor. Kelimelerim dikkatle incelenecek ve yazdıklarıma el konulacak, eline ulaşma imkânı olmayacaktı. Şimdi sana yazmaya karar verdim çünkü Amerika’daki yeni Biden yönetiminin, Erdoğan’ın geçici olarak bir kenara ittiği o eski düşmanı Fethullah Gülen’e uluslararası algıyı tersine çevireceğini varsayıyorum. Ama o çok kullanışlı bir düşman: Çünkü Erdoğan, onun takipçilerini bir baskı aracı olarak tekrar takip edebilir ve gözaltına alabilir. Şimdi sana yazıyorum çünkü akademik dünya ve genç üniversite öğrencileri kargaşa içinde; Akademik dünya ve genç üniversite öğrencileri protesto ediyorlar çünkü siyasetin koşullarından bağımsız laik bir kültürden geliyorlar. Şimdi sana yazıyorum çünkü onlar da tutuklanıyorlar, onların da kendilerini özgürce ifade etme hakları yok. Ve şu anda yazıyorum çünkü, Türk rejimi hiçbir şey olmamış gibi davranırken bir yazarın bu kadar kolay hapse atılmasını dayanılmaz buluyorum.
2018 yılında seni “subliminal mesajlarla” “darbeyi kışkırtmaktan” ömür boyu hapis cezasına mahkum ettiler. Daha sonra, en büyük suçlamalar düştü ve cezan 10 buçuk yıla indirildi, buna – 7 Ocak 2020’de – “Cumhurbaşkanı’na hakaret” ve “terör propagandası “ suçlamasıyla 5 yıl 11 ay daha eklendi. Bir kâbus yaşıyorsun, Türkiye denen bir kabus… Buna nasıl dayanabilirsin Ahmet? Hiçbir şeyimiz yok, bunu iyi biliyorum. Ne yazık ki elimiz boş: silahımız yok, değiştirilecek sermayemiz yok, güçlü elit gruplara mensup değiliz. Elimizdeki tek şey, fikirlerimiz ve sözlerimiz ama pes etmeyeceğim Ahmet. Cevabı zaten bildiğinden emin olsam da bu basit soruyu defalarca sormaya devam edeceğim: ‘‘Sözlerin, (emrinde 700 bin kişilik etkileyici bir ordu olan güçlü bir devlet başkanı olan) Erdoğan’ı, herhangi bir itiraz hakkın olmamasına rağmen nasıl bu kadar korkuttu? Nasıl olur da Türk yetkililer seni hapiste tutmak için en saçma suçlamaları formüle edip onaylayarak kendileriyle alay etmiş olabilirler? “Darbe için bilinçaltına mesajlar göndermek”, “Türkiye hükûmetini devirmeye teşebbüs”, “terör örgütü mensubu” olmak suçlamalarından sonra, son suçlama: “Bir terörist grubunun bir parçası olmadan o grubu desteklemek.” Gerçek şu ki onların sana yaptıklarına dair inandırıcı bir suçlama yok, maruz kaldığın tutukluluk hâli, karşılaştığın sahte yargılamalar ve haksızca maruz bırakıldığın cezalar için geçerli bir sebep yok.
2016 Temmuz’undaki başarısız darbeden birkaç saat önce kardeşin Mehmet Altan ile birlikte televizyona konuk olduğun için subliminal mesajlar göndermekle suçlanmanız, tek kelimeyle saçma. Hükûmet ve hukuk mahkemeleri tarafından bu nasıl onaylanabilir ki? Mahkemeler, güvenilirliklerini sadece yurt içinde değil; yurt dışında da önemsemeli değil mi? Ya da yabancı gözlemciler, çok az mı gözlem yapıyorlar? Dikkatleri, anlaşılmayan bir şekilde dağılmış durumda mı? Peki, seni tam olarak neyle suçluyorlar? Yazılarınla düşüncelerini ifade etmiş olmakla mı? Mesajlarını yaymakla mı? Fakat gerçek bir yazar, olayları anlatmaz, bir gazeteci analiz yapmaz mı? Savcılık tarafından “bilinçaltı” olarak tanımlanan bu mesajlar, fikirlerin ardından yüzeye çıkan ince duygulardan başka bir şey değildir ve duygular ve fikirler kucaklaştığında kelimeler önemli hatta zorunlu hâle gelir. Bu nedenle seni durdurmak istediler. Sonunda görüyorsun, ben de oraya gittim. Sözlerin, kullanmana izin verilmeyecek kadar tehlikeli. Tehlikelidir çünkü karmaşıktır ve herkese hatta seninle aynı fikirde olmayanları bile etkiler. Tehlikelidir çünkü doğruluğun gücünü gösterir. Hiçlik, boşluk, keyfilik; ancak saçma bir şekilde hareket etmeyi, bireyi bastırmayı, ezmeyi sağlar.
Baban ve Puşkin gibi…
Sevgili Ahmet, senin başına gelenleri anlatırken benim gürültülü ve garip nefes darlığımı görsen gülümseyeceğini tahmin ediyorum. Senin ve babanın verdiği dersi öğrenmeyi başaramadım: Senaryodan uzaklaşın, dalganın bizi götürmesine izin vermeyin. Biliyorum, bir şey hayatımızı altüst edebilecekse biz de beklentilere göre hareket ederek buna müsaade ediyoruz. Baban sana kuralı neredeyse elli yıl önce öğretti. O da bir gazeteciydi ve askerler evinize aramaya geldiğinde onlar için çay yaptı. Sonra onu kelepçeli olarak götürdüklerinde kocaman bir gülümsemeyle sana, kardeşine ve annene döndü. (Gerçek –yazmıştın- beni ele geçiremedi. Ben gerçeği ele geçirdim.) Bu durumları açıklamak için sevgili Puşkin’imizin en çok sevdiğimiz hikayesi olan “Atış”dan alıntı yapıyorsun. Düello sahnesini hatırlayın, Silvio silahını düşmanının kalbine doğrultsa da düşmanı kiraz yemeye devam ediyor ve Silvio, ateş etmek üzere olduğu ve belki de onu öldürmek üzere olduğu için daha fazla ilgi istiyor, rakibi umursamıyor. Meydan okuyarak daha çok kirazları önemsediğini, hayata değer vermediğini gösteriyor. Atış yapılmıyor çünkü düellocu, düello kurallarına uymayı reddediyor. * Bu şekilde bizi, “ya canını, ya malını” sorusunu soran hırsıza, Borges’in verdiği cevap gibi hareket etmeye davet ediyorsun: Canınızı teklif edin, şaşırtın, beklentilere uygun davranmayın. Seni hem ilk hem de ikinci kez tutukladıklarında Erdoğan’ın gönderdiği adamların dayattığı terör ve korku iklimini parçaladın, “Dünyayı Bir Daha Hiç Görmeyeceğim.” kitabında yazdığın gibi onlara gülümseyerek kapıyı açtın. Bu kitabın sayfalarını olabildiğince çok insana vererek yaymak istiyorum, bu sayfalara tutunmak, onları her yerde paylaşmak, onları hücre kapısının sonsuza kadar kapanmasını gerçekten engelleyebilecek kişiler arasında çoğaltmak istiyorum. Gerçekten Epiktetos ilkesini somutlaştırıyorsun Sevgili Ahmet: Bedeniniz köleleştirilse bile zihniniz özgür kalır. Bunu başarıyorsun.
Kasım 2019’da seni birkaç günlüğüne serbest bıraktıklarında, muhtemelen kaçacağını düşünüyorlardı, Skype’ta birbirimizi görmenin bir yolunu bulmuştuk… O görüşmeyi hiç unutmadım. Bir yere kaçmaya çalışmadın, bunu düşünmedin bile çünkü her zaman ifşa etmekle tanık olmak arasındaki farkı biliyordun: Sözlerinizle ifşa eder, bedeninizle tanık olursunuz. Türk rejimi, iktidar tutarsızlıklarını kendi bedeninde taşıdığı için ifşa etmek yerine tanıklık ederek değişebilir. Sadece birkaç gün önce Boğaziçi Üniversitesinde öğrencilerin Melih Bulu’nun rektör olarak atanmasına karşı protestolarını öğrendik. Bulu, Erdoğan’a yakın birisi ve rektör olması sadece siyasi bir karar. 29 Ocak’ta bir grup öğrenci ifade özgürlüğü, cinsiyet hakları ve barış üzerine bir fotoğraf ve resim sergisi açtı. İslam’ın en kutsal mabedi olan Kabe’nin bir fotoğrafına pasifizmi ve LGBT topluluğunu temsil eden uluslararası bir sembol olan gökkuşağı çizdiler. Savunma avukatlarına göre bu öğrenciler, Türk ceza hukukunda bile tutuklaması olmayan bir suç olan “dini değerlere hakaret” suçundan tutuklandı ve suçlandı. Gökkuşağı çizdikleri ve ifade özgürlüğü üzerine bir sergi açtıkları için tutuklandılar, tutuklandılar çünkü üniversitelerin siyasi müdahaleden uzak olmasını talep ediyorlardı.
Ve yine de diğer öğrenciler tutuklandı (159’u, birkaç saat sonra da 98’i serbest bırakıldı); onlar da senin gibi sevinçle karşıladılar Ahmet. Pretostolarını sürekli müzik çalarak ve dans ederek yapıyorlar. Saraylara göre ters ve anlamsız bir durum hatta dar kafalılık. Ve Türk İçişleri Bakanı onları “sapkın” ve “sapık” olarak tanımlarken, Türk hükûmeti tehdit ederken, hapsederken, sınarken, cezalandırırken biz buradayız ve izliyoruz. Salgın başladığından beri her yere gökkuşakları çizdik, bizler her birimizin haklarına zarar veren ve seni özgürlüğünden mahrum eden başka bir otoriter eylemin edilgen izleyicileriyiz. Türkiye’de son beş yılda her yaştan ve siyasi görüşten 200 gazeteci hapse atıldı. Bu, geçmişteki ve günümüzdeki ilgisizliğimiz yüzünden oldu. Seninle ilk tanıştığımdan beri sözlerin ve kitaplarınla bana her bireyin bir fark yaratabileceğini öğrettin. Bir iyilik boşa gitmez, bir kötülüğe ilgisiz kalınmaz. Tıpkı röntgen çekerken kötü olduğu için kelepçelerini çıkarılmasına rıza göstermeyen kadın gibi. Polis memuru kelepçeleri açmak üzereydi ama onlara, “Hayır!” dedi, “Bırakın kalsın.” Neden bu kadar kötülük neden? Nasıl bu kadar zalim olunabilir? Bileklerinde biraz rahatlama olmasına neden tahammül edilmez? Bu hareketler, zulüm alışkanlığından hatta belki de bu tür yerlerin var olma ihtiyacından doğar. Çünkü kendilerini böyle yerlerde bulanlar şüphesiz zulmü ve intikamı hak eder. Nedeni ne olursa olsun.
Düşünce hapishanesi
Kısa konuşalım: Bir hapishane, hepimizin içinde gizlenen zalimlik ve intikam dürtüsünü bünyesinde barındırır. «Kötü bir şey yaptıkları için hapis edildiler.»: Bu cümle ile tutuklananların başına gelebilecek her şeyi haklı çıkarıyoruz. «Eğer hapiste iseniz bunun nedeni bir hata yapmış olmanız ve bir hata yaptıysanız hatanız beni ilgilendirmez.» Bu uygulama, hapishane koşulları ne olursa olsun, ırkına milletine bakılmadan hapsedilen her kişiye uygulanır. Burada hikâyeye müdahale etmeli, ama ne yapmalı? Hapishanenin işlevi, intikam arzusunu tatmin etmek değil, suç işleyenleri topluma yeniden kazandırmaktır. Hapishane haksız yere uğradığımız zulümlere karşı bir arınma vesilesi olabilir ama muhalifleri susturmak için kullanıldığında tavrımız ne olacak? Siyasi rakipleri engellemek için kullanılırsa..? Senin davanda olduğu gibi Ahmet, fikirleri durdurmak için kullanılırsa..? Hapishanenin eşiği sadece kapılar, kilitler, silahlı muhafızlar ve güvenlik kameralarından oluşmuyor: Bu her şeyden önce zihinsel bir eşiktir. Ya içeride olanın içindesin ya da dışarıda olanın dışındasın. Ve giriş ve çıkış arasında, tüm doğrudan alışverişleri reddetmek akla oldukça uygun çünkü etkileşimlere bir başkasının aracılık etmesi gerekir. Kurallar ve düzenlemeler dayatılabilir. Bu ayrımcılık, mutlaka korunması hesap sorma hakkımızın korunması gerektiğini anlamamıza engel olabilir ve insan olarak hepimiz içeri ve dışarı arasında sorunsuz bir şekilde hareket ediyoruz. Bu soruyu sonsuza kadar soralım. Bunu başkalarıyla tartışmayalım ama sadece düşünelim ki kimse bizi yargılayamasın: Hapishane neyi sembolize ediyor? Bizim zaferimiz, insanın insana karşı zaferi, dışarıdakilerin içindekilere karşı zaferi. Dışarıda olmayı “hak eden”lerin, içeride kalmayı “hak eden”lere karşı zaferi. Tıpkı çocukken diğer çocukların bazı suçlardan dolayı cezalandırıldığını gördüğümüz zaman gibi. Bundan kaçmıştık ve suçlunun cezalandırıldığını görünce çok rahatlamıştık. Evet çünkü burası ahlak tahtasında çok uzun süre boş kalamayacak bir yer. Ve bu nedenle bir hapishanenin olduğunu ve bunun dışında olduğunuzu bilmek, sadece vicdanınızı rahatlatmaz, aynı zamanda size umursamama hakkı verir.
Bu yüzden yapabileceğimiz ilk şey ilgisizlikle savaşmak ve kötülüğün farkında olmaktır. Çünkü kötülüğe alıştığınızda, ondan tiksinmediğinizde, onu doğal olarak gördüğünüzde içimizdeki şeytan galip gelir. Hapishanede dövülmüş, yalnızlığa zorlanmış, utançtan büzülmüş bedenler gördünüz. Çünkü en dayanılmaz işkencelerden birisi, sizi masum insanları ihbar etmeye zorlamak, tanımadığınız insanları suçlamaktır. Kürtleri -rastgele, sıradan Kürtleri- tanımadığı insanları ihbar etmeye zorlanan bir çocuktan bahsetmişsiniz… Bir köye, askerler tarafından yapılan bir saldırıyı haklı çıkarmak için onun itirafına ihtiyaçları vardı. Çocuk, kendisine yanlış bir şey yapmayan, hiçbir yasayı çiğnemeyen birinin adını verirse muhtemelen hapishaneden salıverileceğini çok iyi biliyordu. Ama reddetti: “İsim veremem, aşağılık biri değilim.”
Dilden Dile Sözler ve Harfler
Ahmet, sen içimizdeki bakırın nasıl altına döndüğünü gördüğünü anlatmıştın. Seçtiğimizde eşsiz ve değerli oluyoruz, bu filozof taşının sırrı: Sade bir alaşımı, gerçek sayesinde ve gerçeği seçerek saf altına çevirmek. Ahmet, söyleyeceklerimi bu şeklide ya da bu sözcüklerle ifade etmek istemiyorum ama kelimenin tam anlamıyla gerçeği önemseyenlerin bir kalem kâğıt almasını, bilgisayarı açmasını ve yazmasını istiyorum. Roma’daki Türk Büyükelçiliğine, sizin adınıza mümkün olduğunca çok sayıda mektup göndermek için: (Via Palestro 28, 00185 Roma/İtalya ya da ambasciata.roma@mfa.gov.tr ) Ve onlara seni önemsediğimizi, sana yaptırdıklarının bizi ilgilendirdiğini yazın. Umarım bu dilden dile yayılır. Pek çok kişi bir yazarın, bir entelektüelin 1585 gündür korkak bir otoriter başkan tarafından neden özgürlüğünden mahrum bırakıldığını sorgular. Umarım hikâyen olabildiğince çok insana ulaşır.
Anna Achmatova’yı hatırlıyor musun? Şiirlerini yazamazdı çünkü daha fazla zülme uğramaktan korkardı. Bu yüzden şiirlerini yazıp ateşte yakardı ama önce onları ezberler ve onları ezberleyip başkalarına öğreten arkadaşlarına okurdu. Dilden dile bu devam etti ve Achmatova’nın sözleri sonunda onları zulüm korkusu olmadan kâğıda yazabilenlere ulaştı. Birçok kişi şiirlerini hafızasına alarak kurtardı. Aynı şekilde senin hikâyen de kurtarılacak Ahmet. Ciğerlerimiz nefes aldığı, kalemlerimizde mürekkep olduğu, parmaklarımız bilgisayar tuşlarına dokunabildiği sürece veya o kanlı hapishanenin kapısı açılıncaya kadar sana yapılanlardan bahsedeceğiz. Sonunda cesaretinle hak ettiğin özgürlüğe sahip olacaksın. O gün, zamanın nabzının atmayı durdurduğu bir gün, bir mola günü, ışıkla dolu bir gün olacak. Çok uzak olmayan bir gün, söz veriyorum birbirimize sıkıca sarılacağız. Senin yazdığın gibi »Ben yazarım, ne olduğum yerdeyim ne de olmadığım yerdeyim. Beni hapse atabilirsin ama hapiste tutamazsın. Sihirle duvarlardan geçebilirim. »
Seni kucaklıyorum Ahmet, arkadaşım benim!
* Ahmet Altan’ın ‘Dünyayı Bir Daha Hiç Görmeyeceğim’ adlı kitabı, ‘Bir Cümle’ başlıklı deneme yazısı…
* Yazının İngilizce ve İtalyanca kaynağı;