İsmini ilk duyduğumda, Zaman gazetesinde ‘Pazartesi Konuşmaları’nı hazırlıyordu. Söyleşilerini her hafta zevkle okurdum ama ilk dikkatimi çeken ismi olmuştu. Bu isim gerçek değil mi acaba diye düşündüğümü hayal meyal de olsa hatırlıyorum. Gazeteciliği tercih etmişsiniz ve soyadınız Gündem, ne isabetli bir meslek seçimi olmuş öyle! Birkaç yıl sonra yollarımız İstanbul’da Zaman gazetesinin Kalender Sokak’taki o kalender binasında çakışmıştı. Tanıştık ve kısa sürede dostluğumuz gelişti. Neredeyse 20 yıl hem iki meslektaş, hem iki dost olarak çok şey paylaştık. Ondan çok şey öğrendim. Gazeteci Mehmet Gündem hâlen Silivri’de çile doldururken, ben bu yazıda bir meslektaşımı ve bir dostumu anlatmaya çalışacağım.
Adı cemaatle anılan gazetecilerin hiçliğe mahkum edildiği böyle bir dönemde, Mehmet Gündem’i anlatmak elbette kolay değil. Çünkü Gündem salt gazetecidir. Fethullah Gülen’le söyleşi yaparken de de gazetecidir, İshak Alaton’un hayat hikâyesini kaleme alırken de gazetecidir. Tanıdığım ve bildiğim Gündem’in her dönem, şartlar ne olursa olsun, hangi ortamda, hangi kurumda çalışırsa çalışsın mesleği adına yeni hedefleri ve yeni projeleri vardır. Eminim ki, Silivri’de üç kişilik koğuşunda, tahliye olacağı günü beklerken de Gündem’in mesleki projeleri birikmeye devam ediyor.
Mehmet Gündem sadece gazeteci sıfatıyla değil, insani yönüyle de benim hayatta tanıdığım en sakin, en soğukkanlı insanlardan biridir. Ne işyerinde, ne yaptığımız yolculuklarda, ne de birlikte katıldığımız organizasyonlarda, şartlar ne kadar ağır ve olumsuz olursa olsun onun sinirlendiğini, bağırıp çağırdığını gördüm. Kolay sinirlenen ve kontrolünü çabuk kaybetmeye meyilli bir karaktere sahip olduğumdan, onun bu yönüne hep hayranlık duymuşumdur. Kafamdaki soru hep şu olmuştur: Bu kadar sakin ve hayatı yavaşlatan bir gazeteci, nasıl bu kadar üretken olabiliyor?
Benim buna cevabım, karınca modelidir. Gündem, karınca modeliyle çalışan ve sürekli üreten bir gazetecidir. Süre dolduğunda onun heybesi hep doludur. Haber, söyleşi, portre, biyografi, nehir söyleşi ve kitap, bir gazetecinin meslek hayatında yapması gereken her şeyi her dönem yapmıştır. ‘Gündemdeki Altanlar’ en güzel çalışmalarından biridir mesela. Merhum Çetin Altan ile bu dönem Silivri’nin misafirleri Ahmet ve Mehmet Altan’ı bir araya getirip kaleme aldığı ‘Gündemdeki Altanlar’ kitabı, üçü de kendi alanlarının en iyisi olmayı başarmış baba oğul yazı adamlarının kendi ağızlarından hikâyesidir. İshak Alaton ile yapılan nehir söyleşilerle ortaya çıkan, Lüzumsuz Adam ve Lüzumlu Adam kitapları ise bana göre Gündem’in kalfalık dönemi eseridir.
Eserlerinden ve yaptıklarından bahsetmişken, onun 11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e danışmanlık yaptığına ve Çankaya Köşk’ünde çalışırken yayımladığı eserlerine de değinmek gerekir elbette. Cumhurbaşkanı’na vatandaşlardan gelen mektupları kitaplaştırdığı, ‘Cumhurbaşkanım Mektubunuz Var’ isimli kitabı, alanında bir ilk olma özelliği taşıyor.
Mehmet Gündem’in Çankaya Köşk’ünden Silivri’ye uzanan öyküsü aslında çocuklarına ve torunlarına bırakabileceği en onurlu mirası. Elbet bugünler geçecek ve insanlar sadece yaptıklarıyla hatırlanacak. Gündem’in payına da parlak ve dürüst bir gazetecilik mirası düşecek. Evet, Silivri durağına kadar Mehmet Gündem çıraklık ve kalfalık eserlerini vermiştir. Onun ustalık eserleri ise Silivri’den sonra göreceğiz. Bundan hiç kuşkum yok.
Mehmet Gündem’in nasıl bir kişilik olduğunu daha iyi anlayabilmek için, onun İshak Alaton’la nehir söyleşi sürecinde yaşadığı bir anekdotu paylaşmak isabet olacaktır diye düşünüyorum. Bu olayı bizzat kendisinden dinlemiştim:
Bir gazetecinin başına gelebilecek en kötü olaylardan birini yaşamıştı Gündem. Söyleşilerin başlamasından yaklaşık üç ay sonrasıdır. Gündem ile Alaton, haftanın belirli günleri, Alarko Holding’in Ortaköy’deki merkezinde bir araya gelip, Alaton’un hayat hikayesini kayıtlara geçirmektedir. Gündem sorar, Alaton anlatır ve öyküde epey mesafe alınır. Ertesi gün yine bir Alaton randevusu vardır. Gündem, randevudan bir gün önce hem randevuya hazırlanmak, hem de güzel bir bahar günü yaşayan İstanbul’un tadını çıkarmak için Boğaz’a doğru yola çıkar. Boğaz’daki bir kafede çayını yudumlarken, arşivlerini de gözden geçirecek, yeni aldığı hard diske yedekleme yapacaktır. Boğaziçi’ne geçmeden önce bir alışveriş merkezine uğrar. Arabasını otoparkta bırakarak bir mağazaya uğrar. İşini bitirip tekrar aracına döndüğünde karşılaştığı manzara tam bir şoktur onun için. Aracının camları kırılmış ve arka koltukta bıraktığı çantası, içindeki diz üstü bilgisayarı ve diğer evraklarla birlikte çalınmıştır! Hemen güvenliğe gider, polise haber verir ancak olan olmuştur. İçinde İshak Alaton ile yaptığı üç aylık söyleşilerin kayıtları ve bant çözümleri bulunan bilgisayar elden gitmiştir. Sadece o mu! Bütün arşivi, yüzlerce ses kaydı, binlerce fotoğraf, yazılar, ikisi bitmiş, ikisi de sonuna gelmiş dört kitap, çocuklarının fotoğrafları ve aile albümü.
Bu hadiseyi ondan dinlediğimde ilk sözüm, kayıtların yedekleri yok mu diye sormak olmuştu. Çünkü ben hep önemli işleri yedekleyen, telefon rehberini bile yedekli tutan, tedbir delisi bir gazeteciydim; lakin dostum Gündem asla böyle ayrıntılarla uğraşmazdı. Öyle olduğunu bildiğim halde bu soruyu sormuştum. İşin tuhaf yanı, o gün arşivini yedeklemek için yanına almış olmasıydı ama yedekleme yapamadan her şey gitmişti işte! Daha da tuhafı, İshak Alaton söyleşilerinin üç yedeğini hazırlamış olmasıydı. Sorun, üç yedeğin de aynı çantada bulunmasıydı. Bilgisayarına virüs gireceği aklına gelmiş lakin çantasının çalınacağı aklına gelmemişti. İkinci sorumsa, neden bu kadar önemli bir bilgisayarın bagajda değil de arka koltukta bırakıldığı idi. Gündem yine o meşhur sakinliği ile kapalı otoparkta böyle bir hadise yaşayacağını tahmin etmediği için bilgisayarını bagaja koymadığını anlattı. Evet, o yine sakindi, soğukkanlıydı ama olay beni çok etkilemişti. Çünkü bilgisayar yerine konur, aracın camı yine taktırılır ancak onca emek, onca birikim ve tabi üç aylık söyleşi nasıl telafi edilirdi? Bir gazeteci için daha kötüsü ne olabilirdi?
Hadisenin devamı da tam bir Mehmet Gündem klasiğiydi. O sorunu nasıl çözdüğünü de şöyle anlatmıştı bana. Sanırım burada sözü ona bırakmak daha yerinde olacak:
“O gece uzun bir muhasebeyle geçti. Sabah kalktığımda başka bir güne uyandım. Alaton’la randevum vardı. Holdinge gittim, İshak Bey yine odasında bilgisayarının başında. Bir bardak çay içtikten sonra, ‘haydi beyaz odaya gidip çalışalım’ dedi. Tabi ben renk vermiyorum.
-İshak Bey, bugün çalışmayalım size bir hikâye anlatacağım…
-Ne hikâyesi, nereden çıktı hikâye? Peki, hadi anlat…
-Bir adam bir gün evden çıkmış. Bilgisayarını ve yıllarca biriktirdiği dijital arşivini de yanına almış. Amacı bu kıymetli arşivi yedeklemekmiş. Sonra bir alışveriş merkezinin otoparkına gitmiş. Arabayı bırakmış ve mağazaya uğrayıp gelmiş. Arabanın yanına geldiğinde bir de ne görsün; arabanın camı kırılmış ve her şeyi çalınmış…
Beni dikkatle dinleyen Alaton, ‘her şeyi çalınmış’ cümlesini duyunca birden sordu.
-Yoksa o adam sen misin?
-Evet benim
-Yani her şey mi çalındı?
-Evet, her şey.
-Bizim üç aydır yaptığımız çalışmalar da mı gitti?
-Evet, onlar da gitti…
Her zaman pozitif, dinç ve enerji dolu gördüğüm Alaton, adeta oturduğu koltuğa gömüldü. Morali öylesine bozuldu ki, sanki birden yaşlandı. Kısa bir sessizlik hâkim oldu odaya. Sessizliği gidermek ve kara bulutları dağıtmak, üzerime düşen bir görevdi. Gözlerinin içine bakarak ve kararlı bir ses tonuyla dedim ki:
–İshak Bey, paniğe gerek yok. Sakin olalım. Hırsız ağır bir darbe vurdu. İkinci darbeyi de umudumuzu söndürerek kendimize indirmeyelim.
–Nasıl olacak ki?
–Bu konuşmaları biz yaptık ama kayboldu. Fakat siz ve ben ikimiz de buradayız. Hiçbir şey için geç sayılmaz. İstersek şimdi daha iyisini yaparız. Unutmayın, şimdi sizi daha iyi tanıyorum, hikayenizi daha iyi biliyorum. Daha iyi sorularla daha derinlere inebiliriz. Hırsız aklımızdakini çalamadı ki!
İshak Bey toparlandı, koltuğunda yine eskisi gibi oturmaya başladı ve dedi ki:
-Sen böyle düşünebiliyorsan, yarın erken başlayalım…
Ben de büyük mutlulukla ‘tamam’ dedim. O sırada İshak Bey bir soru sordu.
-Dün yaşadığın olayın üstesinden nasıl bu kadar çabuk gelebildin?
–Anlatayım, gerçeği kabullendim. Biliyorsunuz yaptığımız en güzel şeylerden biri de gerçeği kabullenmektir. Gerçeği ne kadar erken kabullenirsek o kadar iyi olur.”
Mehmet Gündem’in bana anlattığı bu çarpıcı anekdot, daha sonra ‘Lüzumsuz Adam’ kitabının giriş bölümünde yer aldı. Türk iş dünyasının gelmiş geçmiş en bilge şahsiyetlerinden birinin sıra dışı hayat öyküsü, onu kaleme alan gazetecinin başından geçen bu vahim ama bir o kadar da öğretici hikayeyle taçlanmış oldu.
Ben de şimdi bu satırları kaleme alırken, sesim ona ulaşmayacak olsa bile dostum Mehmet Gündem’e seslenmek istiyorum. İşte şimdi de birileri senin özgürlüğünü çaldı. Hayatının bir dönemini alıp götürdüler. Fakat eminim ki sen yine bu gerçeği kabullenmeyi başarmışsındır. Hatta koğuş arkadaşlarına bile o muhteşem suhuletinle ilham verdiğinden hiç şüphem yok. Bütün birikimlerin çalındığında yerine çok daha nitelikli ürünler koymayı başardığın gibi, ustalık eserlerini de özgürlüğün çalındıktan sonra vereceğine bütün kalbimle inanıyorum.
Biz dostların ve elbette okurların şimdi bu yeni kabulleniş döneminin sıra dışı ürünlerini bekliyoruz. Çıkacak ve yine yazacak, yine konuşacak, yine söyleşi yapacak, yine çok satan kitapların yazarı olacaksın.
Yazı: Bahadır Polat / Kronos Haber