Prof. Philippe Sands, Türkiye’de her geçen gün sayıları artan hapisteki gazetecileri ziyaret etti ve basın özgürlüğünün kararan tablosunu yazdı.
Sand’in Financial Times’ta kaleme aldığı yazısı şöyle:
30 yıl önce, Boğaziçi Köprüsü’nün gölgesindeki Ortaköy Camisi’ne yakın küçük bir kafede nane çayı içerken evleneceğim kadına aşık olduğum İstanbul, uzun zamandır benim için özel bir yer. Şimdi, hapisteki ünlü Türk gazetecileri ve eski dostu ziyaret etmek için geri döndüm.
Basın özgürlüğü grubu P24 tarafından düzenlenen yıllık etkinlik olan Mehmet Ali Birand Konuşmasını yapmak için geldim. 2014’te yapılan bu konuşmaların ilkinde, Ahmet Altan konuşmacıydı. 590 gündür hapiste olduğu için konuşmama katılamadı. Suçu mu? Başarısız 2016 darbesinin hemen öncesinde bir televizyon programında, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan hükümeti tarafından haince olarak yorumlanan birkaç söz söylemek.
İsveç Başkonsolosluğu’ndaki konuşmaya, henüz hapsedilmemiş yazar ve gazeteciler katıldı. Terör suçlamasından dolayı Nisan ayında 7,5 yıl hapis cezasına çarptırılan, ancak temyiz aşamasında tahliye edilen Cumhuriyet gazetesi yazı işleri müdürü Murat Sabuncu, halen tutuklu olan gazetecilere ateşli bir selam göndererek açılışı yaptı. Benim konuşmam Ahmet’e adanmıştı. Avukatlar ve yazarlar arasındaki bir bağlantıya işaret etmek için “Kelimelerin farklı şekilde yorumlanmaya nasıl yatkın olduğunu biliyoruz, ve onların güzelliğini ve tehlikesini de biliyoruz” dedim.
“Sevgili, namevcut arkadaşım” tarafından söylenen tehlikeli sözler, yargıcın 68 yaşındaki Ahmet’in hayatının geri kalanını hapishanede geçirmesine hükmetmesine neden oldu. Ahmet, New York Times gazetesinde yakın zamanda “Asla affedilmeyeceğiz ve bir hapishane hücresinde öleceğiz” yazdı.
Konsolosluktaki atmosfer korkunç anlardan biriydi. Durum kötüydü ve daha da kötüleşebilirdi. Türk arkadaşlarım kara mizah hakkında her şeyi biliyorlardı ve iyi bir kahkaha istiyorlardı. Sihirli sözcükler Boris Johnson, Türk kökenli olmasının çekici bileşimi, Erdoğan’ın bir keçi ile yaşadığı maceralar hakkındaki şiiri ve basın özgürlüğünü desteklemek için hiçbir şey konuşmamayı, ancak Türk yapımı çamaşır makinesi hakkında daha çok konuşmayı başardığı Türkiye ziyareti ile kurtarmaya geldi. Bugünlerde seyahat eden bir İngiliz olmak, Erdoğan kitlesel hapis cezalarını savunurken (Teröristler iyi gazeteciler olamaz) insan hakları ve ticaret anlaşmalarına bağlılığı nedeniyle sadece Theresa May tarafından ağırlanmadığı, Kraliçe ile çay bile içtiği için sürekli sevinç, şaşkınlık ve acıma-ve de kuşku- ile karşılanıyor.
Ertesi gün İstanbul’dan iki saatlik mesafedeki Silivri’de bulunan yüksek güvenlikli hapishaneye gittim. P24’ü yöneten ve Ahmet’in yakın arkadaşı olan Yasemin Çongar ile birlikteydim. Ahmet, 30 yıldır öğretim üyeliği yaptığı İstanbul Üniversitesi’nden atılan bir ekonomist olan küçük kardeşi Mehmet ile birlikte buraya hapsedildi. Yasemin’in Ahmet’i ziyaret etmesine izin verilmedi, ne de bir başka yabancıya. Yasemin’in her iki haftada bir telefonla 10 dakika görüşme hakkı var. İzin verilen ilk kişiyim, çünkü Strazburg’daki Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinde kardeşleri temsil ediyorum.
11.000 mahkûmu barındıran tesis büyük ve ürkütücü. Bir Türk avukatın eşliğinde, en az sekiz güvenlik kontrolünden geçtim ve minibüsle dokuzuncu bloğa götürüldüm. Sisteme yüklenmesi için gözlerimi taratmam gerekti. Gardiyanlardan birisi arkadaş canlısıydı ve futbol hakkında konuşmak istiyordu. Bir yabancıyla karşılaşmaksızın dört yıldır burada çalışıyordu. Arsène Wenger, Mesut Özil (daha sonra Arsenal formasını Erdoğan’a verirken fotoğraflandı) ve Türk olmanın ne anlama geldiği hakkında kısa ve neşeli bir sohbetimiz oldu.
İlk olarak, güler yüzlü ve nazik, ışıl ışıl gözleri ve tam bir Karl Marx sakalı olan Mehmet ile görüştüm. Fransızca konuşmak için büyük heyecan duyuyordu, haklarında yazmak için bolca zamanı olduğu küreselleşme ve İngiliz Luddite hareketi konularındaki fikirleri ile beni şaşırttı. Hücresini, birisi eski öğrencisi olan iki adamla paylaşıyor. Mehmet, durumundan ve hayatının geri kalanını hapishanede geçirme ihtimalinden şaşkına dönmüş. Bir müebbet cezası “sonsuz bir zamanda, saatsiz yaşamak gibi.”
Mehmet gitti, bekledim ve sonra Ahmet cam panelli hücreye geldi. Zinde görünüyordu. “Ağırlıklar!” diye kıkırdadı. 30 dakikamızın çoğunu kahkahalar atarak harcadık. “Hayır” diyor, Türkiye henüz dibe vurmadı. “Biz bungee-jumper milletiyiz ve zemine çarpmadan hemen önce bir şekilde yeniden yukarı çıkmayı başarırız.”
Yiyecekler, siyaset, herhangi bir yazar için ergenliğe geçiş ritüeli olan hapishane anıları, Londra’daki bahçemde bulunan çimlerin kalitesi ve 1998’de Augusto Pinochet için tutuklama emrini imzalayan sulh hâkimi olan komşum hakkında konuştuk. Bugün Ahmet, bağımsız bir yargıç tarafından dağıtılan adalet fikri ile daha da fazla hayret uyandırmakta.
FT’nin okuyucularının ne bilmesini istiyorsun, diye sordum? Onu cezalandıran yargıçtan, “şişmiş göz kapaklarından” bahsettik. Ahmet yargıçlara, özellikle de daha az bağımsız olanlara özel ilgi duyduğumu biliyor. Daha sonra onun adının Yargıç Kemal Selçuk Yalçın olduğunu öğreniyorum. Hiç göz göze geldiniz mi diye sordum? “Sadece bir kere: ‘Şu an güçlü olan benim ve uygulayabileceğim güç seni ezecek’ dedi gözleri”.
Uydurma suçlamalarla hayatının geri kalanını hapishanede geçirmeye mahkûm edilen ve bunun hakkında gülebilecek bir yazarla biraz vakit geçirmek oldukça iyi bir şeydi. Ve bu hapishane hücresinden, insan ruhunun yüceliğini yükselten bir şey tarafından motive edilen, beklenmedik bir gurur hissi ile ayrılmak ise ayrı bir his.