Gazeteci Önder Deligöz, Kanada PEN için gazeteci arkadaşı Emre Soncan, Ahmet Altan ve Gütekin Avcı’nın serbest bırakılıp tekrar tutuklanmasını yazdı. Türkçesi Kronos’ta yayınlanan yazının tamamı şöyle;
Özgürlük, sürgünde bir gazetecinin sırtındaki en büyük yük. Meslektaşları güneşe ve sevdiklerine hasretken bu özgürlüğün yürek ferahlatan bir tek yanı var sadece. O da gazeteci hapsettikçe mutlu olanlara fazladan bir kahkaha atma fırsatı vermemek. Tutuklu tüm gazeteciler tahliye olup da evlerine dönemediği sürece özgürlüğün hissettirdiği mutluluk bu gerçekle sınırlı olacak. Fakat bu noktada acı bir itirafım var. 15 yıllık bir gazeteci dostumun tahliye edilmemesine üzülmedim. 31 Mart 2017’deki duruşmanın ardından kelepçelenerek tekrar cezaevine gönderilmesine sevindim bile diyebilirim. Çünkü o gece, yeni bir işkence yöntemiyle tanıştık ve ben dostum Emre Soncan’ın en azından bu işkenceden kurtulmuş olmasına, kalbinin bir kez daha paramparça edilmemesine sevindim.
Emre başkent Ankara’da, ben İstanbul’daydım. Gazetecileri susturmak için hukuksuzlukta sınır tanımayan hükümet Emre’nin çalıştığı gazeteye barbarca bir yöntemle el koydu. Benim çalıştığım televizyonun uydu yayını kesildi. İşsiz ve parasız kaldık. Sesimizi ancak sosyal medya hesaplarımızdan duyurabilecek hale geldik. “Bundan daha kötü ne olabilir ki!” dediğimiz her olayın ardından daha büyük bir kötülükle karşılaşıyorduk. 15 Temmuz 2016 akşamı bu gerçekle bir kez daha yüzleştik. Karanlık bir darbe girişiminin ardından Türkiye’de terörist ve vatan haini tanımı “Erdoğan’ı ve hükümeti eleştirenler” olarak keskin bir değişime uğradı. Gazeteciler artık açık birer hedefti. Hükümet yanlısı sosyal medya hesapları tutuklanacak gazeteci isimlerini listeler halinde paylaşıyordu. Bu arada OHAL ilan edilmiş, gözaltı süresi bir aya çıkarılmıştı. Emre’ye “En azından bir süreliğine yurt dışına gidelim, bize hayat hakkı tanımayacaklar artık burada” dedim. Emre ise hâlâ hukukun üstünlüğüne inanıyor, “Gazeteciyi neyle suçlayabilirler ki, biz sadece işimizi yaptık,” diyordu. O konuşmanın sabahında 45 gazeteci için gözaltı kararı çıktı. İsimler henüz belli değildi ve ikimiz de listede olduğumuzu düşünüyorduk. Bir kez daha konuştuk, “Emniyet’te görüşürüz” deyip telefonları kapattık. Bu konuşmamızdan yaklaşık bir saat sonra hakkında gözaltı kararı verilen gazetecilerin isimleri hükümet tarafından fonlanan gazetelerin internet sayfalarındaydı. Listeye baktım, Emre vardı ama ben yoktum. Ağır bir tecrübe daha yaşıyordum o an. Listede adımın olmamasına seviniyordum, fakat biraz önce “Emniyet’te görüşürüz” dediğim gazeteci dostum gözaltına alınıyordu.
EVDE OTURUP GÖZALTINA ALINMAYI BEKLEMEKTENSE…
Emre gözaltına alındı. Benim evime de geleceklerine emindim. O gece kitaplarımın bir kısmını banyoda bir tencerenin içinde yaktım. Fazla duman çıktığını fark edince vazgeçtim. Haber arşivimi, tutuklama listelerinde adı geçen gazetecilere ait tüm kitapları ıslatarak çöp poşetlerine koydum. Artık insanlar çöpte bulunan kitaplarda parmak izi çıktığı için tutuklanıyordu çünkü. Komşu ihbarıyla gözaltına alınmamak için çıplak ayakla çöp poşetlerini tek tek binadan çıkardım. Her birini farklı sokaklardaki çöp konteynerlerine attım. Eve döndüğümde ani ve riskli bir karar aldım. Evde oturup beni gözaltına almalarını beklemektense yurtdışına çıkmayı denemeye karar verdim. Pasaportumun iptal edilip edilmediğini bilmiyordum ve kelepçelenebilirdim. Şanslıydım, çünkü pasaportum henüz iptal edilmemişti. Dikkat çekmemek için önce Belgrad’a oradan New York’a uçtum. Cebimde 65 dolarla geldiğim yabancı bir ülkede ne yapacağımı düşünürken Emre ve diğer gazeteciler maalesef tutuklandı. 13 Şubat 2017’de ise haklarındaki iddianame mahkeme tarafından kabul edildi ve yargılama süreci başladı.
Gazetecileri tutuklatan savcının iddianame başlığı altında nasıl bir senaryo yazdığını merak ediyordum. 195 sayfalık iddianamenin 95 sayfasında 28 gazetecinin ‘terör’ faaliyetleri delilleriyle anlatılıyordu. Deliller ise haberler, tweetler, köşe yazıları ve Erdoğan’ı kızdıran editöryal tercihlerdi. Açıkçası yargı bağımsızlığından biraz olsun bahsedilebilen hiçbir ülkede ‘iddianame’ başlığını taşıyamayacak bir suçlama metni vardı karşımda. Emre, iddianamenin 12 numaralı şüphelisiydi. Emre’nin ‘terör’ faaliyetlerini anlatan bölüm, bitirdiği okulları, gazetecilik alanını, yazdığı kitapları ve devam ettiği doktora programını anlatan bir paragrafla başlıyordu. O paragrafın sonunda şöyle bir cümle vardı: “Şüpheli Emre Soncan hakkında internet ortamında yapılan açık kaynak çalışmaları aşağıda detaylı olarak sunulmuştur.” Böyle bir cümleden sonrası, sadece gazetecilerin maruz kaldığı hukuksuzluğu dünyaya anlatmak için okumaya değerdi. Çünkü savcının bahsettiği açık kaynak çalışması ‘Google’ taramasından ibaretti.
TERÖR DELİLİ: 28 TWEET
Emre’nin internet ortamında ulaşılabilen ‘terör’ faaliyetleri, Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığı dönemini anlattığı kitabıyla ilgili Zaman gazetesi ve Halk TV’ye verdiği röportajlarla başlıyordu. Ardından Emre’nin 28 tweeti de terör delili olarak iddianamede sıralanıyordu. Emre’yi savcının gözünde terörist yapan ilk tweet “Bu tweeti attığım için gözaltına alınır mıyım bilmiyorum ama bu alçak cuntanın arkasında Gülen Hareketi olduğu iddiasını makul bulmuyorum,” şeklindeydi. Darbe girişimi öncesi tutuklanan gazeteciler Can Dündar ve Erdem Gül’ün tahliye edilmelerinin ardından Emre’nin 25 Şubat 2016’da paylaştığı şu tweet de savcıya göre terör delili: “Çok mutlu oldum. Diğer meslektaşlarımızla ilgili de müjdeli haberler almak dileğiyle.” Emre’nin ‘terör’ faaliyeti olan tweetlerinden birkaçı şöyle:
26.05.2016 Erdoğan isminin Zarrab dosyasında yer alması ne anlama geliyor?
26.05.2016 Savcı Bharara’nın Zarrab dosyasındaki ithamların iktidar üzerinde oluşturacağı baskı, halka daha fazla otoriterleşme olarak geri dönecektir.
09.05.2016 Demokrasiden otoriterime evrilen, 17 Aralık sonrası ise totalitarizm yamaçlarında dolaşan bir rejimi bu ülkenin taşıması mümkün değil.
06.01.2016 17-25 Aralık yolsuzluk ve rüşvet soruşturmaları ülke için bir ‘yeniden aydınlanma’ ve kirden, kötülükten arınma fırsatıydı. Yazık oldu.
Savcı, “Yukarıdaki ve dosya arasındaki açık kaynak taramaları ve şüphelinin sosyal paylaşım sitesi hesabından yaptığı paylaşımlar dikkate alındığında…” diyerek Emre’nin terör örgütü üyesi olduğuna kanaat getirdiğini belirtiyor ‘iddianame’ başlıklı suçlama metninde. Hepsi bu kadar. Bir gazetecinin ‘terörist’ ilan edilmesi en kalitesiz film yapımcılarının bile ilgisini çekmeyecek bir senaryonun yazımı kadar kolay oluyor antidemokratik ülkelerde. Suçlama metninin tamamı okunduğunda diğer gazeteciler için de durum farklı değil elbette. Rastgele herhangi bir ismi seçip, hakkındaki suçlamaları okuduğunuzda ‘terör’ delili olarak görebilecekleriniz sadece haber, tweet ve yorumlardan ibaret.
İlk duruşmanın yapıldığı 31 Mart 2017’de gün boyu Twitter’ı dikkatle takip ettim. Sonunda yüzümü güldüren tweet karşımdaydı. İstanbul 25. Ağır Ceza Mahkemesi heyeti 21 gazeteci için gece vakti tahliye kararı vermişti. Birçok arkadaşım özgür kalacaktı, çok sevindim. Fakat listede Emre yoktu, hem onun için hem de tahliye kararı verilmeyen diğer dört gazeteci için üzüldüm. Yine sevinç ve hüznün ortasındaydım. Bir yandan da umutluydum, “Bir sonraki duruşmada Emre ve diğerleri de özgür kalır” diye düşünüyordum. Tahliye kararının duyulmasının ardından o gün İstanbul’da öyle tuhaflıklar yaşandı ki, ne sevinç ne hüzün ne de umut kaldı içimde. Tahliye kararı verilen gazeteciler eşyalarını toplamak için Silivri Hapishanesi’ne dönerken hükümetin fonladığı medya kurumlarında çalışan bazı isimler, Twitter hesaplarından tehditler savurmaya başladı. Sadece hükümetin sözcülüğünü yaptığını düşündüğümüz bu şahısların gerektiğinde saray cellatlığını üstleneceklerini elbette ki tahmin edemezdik.
SERBEST BIRAKIP YENİDEN TUTUKLAMA İŞKENCESİ
Önce duruşma savcısı tahliye kararına itiraz etti. Mahkeme heyeti 8 gazeteci hakkındaki tahliye kararını bozdu. Ardından başka bir savcı da diğer 13 gazeteci için yeni bir suç dosyası üretti ve ‘darbe soruşturması’ kapsamında hepsi için gözaltı kararı çıkardı. Tahliye kararının mutluluğuyla hücrelerindeki eşyalarını toplayan gazetecilerin sekizi yataklarına geri döndü. 13 gazeteci ise sanki evlerindeymiş gibi tekrar gözaltına alındı. Serbest kalmayı hayal ettikleri cezaevinden kelepçelenerek çıkarıldılar. Cezaevi kapısında toplanan ailelerinin önünden geçirilip polis merkezine götürüldüler. Ağır hakaretlere, çıplak aramaya, açlığa ve uykusuzluğa maruz bırakıldılar. Haberleri ve tweetleri gerekçe gösterilerek tekrar tutuklandılar.
Tahliye kararını veren üç hâkim ise açığa alındı. Aslında onlar da rejimden bağımsız hâkimler değildi. Anladığımız kadarıyla hukuksuzluk seviyeleri bir yere kadardı. Hukuksuzluğu daha üst seviyelere taşıyacak yeni bir hâkim heyeti atamak ise hükümet için hiç de zor değildi. Son duruşmada gazeteciler hakkında 5 yıldan fazla hapis kararı vermek de bu yeni hâkimler için zor olmadı.
GÜLTEKİN AVCI
Serbest bırakıp kısa yeniden tutuklama işkencesine maruz kalan gazetecilerden biri de Gültekin Avcı oldu. Bugün gazetesinde yayımlanan 6 köşe yazısı sebebiyle 4 yıldan fazladır tutuklu olan Avcı 13 Eylül 2019’da adli kontrol şartıyla serbest bırakıldı. Fakat İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı, en azından bir gazetecinin dahi özgür kalmasına karşı çıktı ve tahliye kararına itiraz etti. Ailesiyle 24 saat dahi vakit geçiremeyen geçiremeyen Avcı, yeniden hapishaneye gönderildi.
AHMET ALTAN
Türkiye’de yargı sisteminin siyasi talimatlarla işlediğini gösteren ilk ve son örnek -umarız en son olur- usta yazar Ahmet Altan’a yaşatılan işkenceydi. Askeri darbe için ‘subliminal mesaj’ vermek gibi akıl almaz bir suçlamayla tutuklanan Ahmet Altan, 10 Eylül 2016’da gözaltına alındı ve 12 günlük polis sorgusunun ardından serbest bırakıldı. Fakat bu karar hükümeti ve Erdoğan yanlılarını mutlu etmedi. Bu sebeple Ahmet Altan özgür bir yazar olarak evinde sadece bir gece geçirebildi. 23 Eylül’de tekrar gözaltına alındı, tutuklandı ve Silivri Cezaevi’ne gönderildi. Yazar Altan, yargılandığı duruşmalarda asla geri adım atmadı. “Suç işliyorsunuz ve verdiğiniz kararlarla kendi iddianamenizi yazıyorsunuz” diye seslendiği hakimleri hukuksuzluktan vazgeçmeye çağırdı. Bu süreçte Dünyayı Bir Daha Göremeyeceğim adlı bir de kitap yazdı. Sonunda hâkimler, biraz olsun hukuka uygun bir karar aldı ve Altan’ı 4 Kasım 2019’da adli kontrol şartıyla tahliye etti. 1138 gün sonra özgürlüğüne kavuşan Altan, beraber yargılandığı gazetecileri hatırlatarak “İlk tahliye kararımı duyduğumda biraz üzüntü hissettim. Öbür çocuklar tahliye olmadılar, onlar için çok üzüldüm,” dedi.
“Biraz olsun” demek gerekiyor, çünkü aynı mahkeme yazı ve yorumları sebebiyle Altan’ı 10 yıl 6 hapis cezasına çarptırdı.
İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı, yine bir gazetecinin özgürlüğüne tahammül edemedi ve tahliye kararına itiraz etti. Yine aynı işkence yöntemine tanık oluyorduk ve hepimiz Altan’ın yeniden hapishaneye gönderileceğini biliyorduk. Öyle de oldu. İstanbul 27. Ağır Ceza mahkemesi, savcılığın itirazını kabul etti ve tahliye kararını bozdu. Ahmet Altan, bir haftalık özgürlüğün ardından yine gözaltına alındı. 13 Kasım 2019’da tekrar tutuklanarak Silivri Hapishanesi’ne gönderildi.
* Bu yazının İngilizcesi 27 Mart 2020 tarihinde PEN Kanada’da yayımlanmıştır.